Darkness In Me

Hayaller



Hayal kurar mısınız? Gece yatağa girdiğinizde ve uyumadan hemen önce; gözlerinizi kapatıp kendinizi farklı sıfatlarda, farklı ortamlarda ve hatta farklı diyarlarda hayal etmeniz ne kadar sıktır?

Her insan hayal kurar, hayal gücünden en yoksun insan bile kendisini içinde olduğu durumdan farklı ve daha iyi yerlerde görmek ister. O yerlere ulaşamayacağını söylüyor olsa bile mantığı, ulaşamayacağı yerleri hayal etmiştir mutlaka.

Ancak benim size anlatmak istediğim bambaşka bir şey. Hayal ve mantık arasındaki denge hakkında düşüncelerimi aktarmak istiyorum, çünkü günümüzde kaybettiğimiz önemli birçok şeyin özünde hayal gücünün eksikliği yattığını düşünüyorum.

Örneğin empati kuramıyoruz yeteri kadar. Kendimizi karşımızdaki insanın yerine koyup onun acısını, mutluluğunu, endişelerini anlayamıyoruz. Sevgililerimizi anlayamıyoruz, onların aslında ne istediğini veya ne hissettiğini kavrayamıyoruz. Çünkü hayal edemiyoruz. Kendimizi o kadar kutuplaştırmışız ki asla bizi tamamlayan zıt kutbumuzun yerine koymayı aklımızın ucundan geçirmiyoruz ve belki, bu yüzden de, ilişkilerimizde hep bencil olmaya meylediyor ve karşımızdakinin bencilliğini suçlayıp kendimizinkini görmezden geliyoruz ki burada kastettiğim sadece sevgi ilişkisi değil, tüm dostluk ilişkileri için.

Hayal gücünün eksikliğinin empati eksikliği dışında verdiği başka zararlar da var. Mesela yaratıcı olamıyoruz; bir müzik yaparken, bir hikâye yazarken, bir söylev verirken veya aklınıza gelen benzer herhangi bir şeyde sürekli alıntı veya benzerlik yapmış buluruz kendimizi. Müzik yaparken Bach veya Mozart gibi dünya klasiği olmuş bir sanatçı olamıyoruz, bir roman yazarken Ernest Hemingway veya Tolkien eserleri kalitesinde olmuyor yazılarımız. Hatta Charlie Chaplin’in “The Great Dictator” adlı filmindeki ünlü söyleve eşdeğerde bir konuşma dinlediğimi hatırlamıyorum ben.

Peki, nedir eksik olan? Neden bugün verilen eserler, bundan yüzyıl öncesi ile eşdeğer görülmez? Eh, bunca paragrafta söyledim; hayal gücünün eksikliği.

Peki, neden eksik, hiç düşündünüz mü? Çünkü hayal gücüne değer vermiyoruz artık. Hayaller her zaman gerçeklerle boğuluyor, imkânsızlıkları haykırılıyor, gücü emiliyor ve bir köşeye içi boş bir şekilde bırakılıyor. ‘Hayalperest’ sıfatı olumsuz bir anlama sahipmiş gibi kullanılıyor, hayal kurmamız istenmiyor ve beklenmiyor. Asıl komik olanı ise ‘hayalperest’ kelimesini olumsuz anlamda kullanıp hayal kurmamızı istemeyen insanlar bütün bunlara sabırla göğüs gerip hayalini gerçekleştirmiş bir insanı ise alkışlıyor.

Yine de hayallerimizi gerçekleştirmek için planlar kuruyoruz, gerekli sıfatlara sahip olmaya çalışıyoruz amatörce. Saklıyoruz belki de hayallerimizi, gizli saklı köşelerde sarılıyoruz onlara. Veya açık açık savaşıyoruz onlar için.

Kafanızda canlandı mı peki, hayallerinizi gerçekleştirmek için yaptığınız tüm çabalar ve fedakârlıklar? Tüm uğraşlarınız, sıkıntılarınız?

Kim bilir, belki de düşüncelerinizi ve hayallerinizi sanat yolu ile anlatmak istediniz. Müzikle, şiirlerle, romanlarla bilginizi, gözlemlerinizi ve güzelliklerinizi insanlara aktarmayı ve onlarla paylaşmayı arzu ettiniz. Ancak geçim derdi engel olmuş olabilir mi? Vakit ayıramadığınız için bunlarla uğraşmak istemediniz belki de?

Kim bilir, belki de saçma sapan geldi size kendi hayaliniz ve vazgeçtiniz. Belki dünyayı değiştirmek istediniz, dünyadaki bütün insanların birlikte ve uyum içinde yaşadığı bir dünya hayal ettiniz. Savaşların olabildiğince az ve onurluca olduğu, ırk ayrımının en ufak halinin bile olmadığı, nefretin sadece bireyselde kısıtlı kaldığı barış dolu bir dünya.

Ama bir insan tek başına ne yapabilir ki? Hadi, tarihte örnekleri olduğu için bir ülkeyi değiştirebileceğinizi varsayalım. Bir ülkeyi değiştirerek çevresindeki ülkeleri de değiştirebildiniz diyelim ama bütün dünya?

İmkânsız elbette, değil mi? Dünyayı değiştirmek…

En yakın arkadaşınıza anlatsanız dalga geçer. Sevgilinize anlatsanız sizi kırmak istemediği için bir şey söylemez ama bakışlarında, gözlerinde görürsünüz size acıdığını. Ailenize söyleseniz imkânsız hayallerinizi, size düzgün bir gelir elde ettikten sonra ne yapacaksak yapmakta özgür olduğumuzu söylerler ilk olarak ama siz de bilirsiniz ki gününüzün ve haftanızın çoğunu alan, sizi yoran bir düzene girdikten sonra hayaller sadece geçmişinizde kalır. Uzak, ölü ve pişmanlıkla, esefle hatırladığınız bir mazi bırakır size; dönüp her baktığınızda içinizi yakar ama bunu dahi reddedersiniz.

Bu yanlış! Hayallerdir bize gerçeklere inat yürüme cesareti veren, fark yaratmamızı sağlayan. Amaçlardır aslında hayallerimiz, acılardan başımızı kaldıran ve nefes aldıran.

Neden bırakıyoruz? Bahaneler değil aklınızda canlandırmak istediğim, neden pes ettiğimiz.

Dayatmalar, toplum gerçekleri her yeri işgal etmiş; aklımızın en ücra köşelerine sığınmıştır hayallerimiz. Öyle bir sistem yaratılmış ki hayaller kötü olmuş, hayatımızı sefalet içinde geçirmemize sebep olacak kötü yaratıklar haline gelmiştir. Bizi ruhumuzu terk etmeye zorlayan, kendi kendimizi dışlamamıza sebep olan ‘hayatın gerçekleri’ olan dayatmalar, umutsuzluk ise iyi melekler.

Rol yapıyoruz sonrasında, ‘iyiyim’ diyoruz insanlara. Bunu kendimize de söylüyoruz, mutlu olduğumuza inandırıyoruz ama gerçekten öyle miyiz de dönüp bakmıyoruz bile kendimize.

Neden izin verdik bunlara? Neden izin verdik hayallerin ve farklılıkların katledilmesine? Neden sustuk ve neden sustuğumuz için ağladık sonrasında, içten içe? Ne için aldattık kendimizi, ne ile kandırıldık?

Oynamamız gereken rol gereği mutlu mu olmamız gerekiyordu? Oynamasak dışlanacak ve yalnız mı kalacaktık, özellikle de bunun için kendimizden utanırken?

Peki, şimdi ne oldu? Hangimiz hayallerimizden vazgeçmemize sebep olanlarla birlikte hala? Kaçımız bundan yıllar sonra hala o insanlarla beraber olacak?

Bize yaşamak ve dünyayı daha da güzel, özgün kılmamıza yardım edecek hayallerimizi sakladık, öldürdük ve gömdük. Ardından ağıt yaktık. Hayallerini gerçekleştirenleri ise alkışladık ve içten içe kıskandık da.

Ama zamanında hayallerimize engel olan insanlardan birine dönüştüğümüzü fark etmedik. Hani şu hayallerini; her şeye sabırla göğüs gerip gerçekleştirmiş bir insanı ise alkışlayan, hayalperest sıfatını olumsuz anlamda kullanıp hayal kurmamızı istemeyen insanlar.

Her şeyden özetle; bütün bunlara hiç gerek olmazdı, eğer hayallerimize sahip çıkacak cesarete sahip olabilseydik.

Neden bir insan tek başına dünyayı değiştiremesin? Neden bir insan bugüne kadar düşünülmemiş bir şeyi düşünemesin, yaratılmamış bir şeyi yaratamasın?

Sınırlarınızı açın ve imkânsızlıkları boş verip, deneyin. Zira yapamayacağınız hiçbir şey yok, hayal edebildiğiniz sürece. Hayaller ve gerçekler birbirinden çok uzak şeyler değildir çünkü. Birinin varlığı, diğerini onurlandırır. Biri olmazsa, diğeri yozlaşır ve bozulur.

Ayağa kalkın, zira ayağa kalkacağınız gün uyanacağınız gün olacaktır. Hayalleriniz gerçek olmaya daha da yaklaşacak ve gerçeklerle birleşecektir.

Ve yepyeni, sınırları daha da zorlayan imkânsız hayalleri gerçekleştirmek için çalışacaksınız. Çünkü bir imkânsızı zaten başarmışsınızdır.

Ve unutmayın, eğer bu hayallerinizi elinizden alırsam sizden geriye tortudan ve boş bir kabuktan başka bir şey kalmaz.

Bir ölüden hiçbir farkınız kalmaz, eğer ki hayallerinizi öldürür ve derinlere gömerseniz.

İyilik mi, İnsanlık mı?



İyilik nedir sizce? Nasıl tanımlarsınız? Ne yaptığınızda kendinizi ‘iyi’ bir insan olarak addedersiniz? Kıstaslarınız nelerdir?

İyilik denince insanın aklına önce zıttı olan ‘Kötülük’ gelir. Filozoflar genelde iyiliği tanımlarken bu iki olguyu birlikte değerlendirirler. Çünkü bir şeyin en iyi, o şeyin zıttıyla tanımlanabileceğini düşünürler. Katılmıyor değilim aslında, ancak bu düşüncenin kapsamadığı alanlar da var diye düşünmekteyim.

Örneğin Farabi’ye göre saf iyilik Allah’tır. İbn-i Sina’ya göre ise iyi, varlığın olgunluğu; kötü, olgunluğun olmamasıdır ve bunun da ucu bir şekilde Allah’a dokunur. Tabi epey ayrıntısı var ancak İbn-i Sina değil bu yazının konusu. Benzer şekilde Leibniz’e göre de iyi ve mükemmel olan Tanrı’dır. Tanrı da varlıkları yarattığı için, yani bizleri, onlar da iyidir. Kötülük ise iyiliğin parlaması ve açığa çıkması için vardır sadece. Şahsen iyi ve kötünün Tanrı kaynaklı olması fikri beni pek bir rahatsız ediyor, özgür iradeyi yönlendirip manipüle ediyor.

Bu düşünürlerden sonra Hegel, Schopenhauer, Kierkegard ve Nietzsche gibi düşünürler konunun tersinden, yani zıttından giderek önce kötüyü, sonra da kötüye bağlı olarak iyiliği tanımlamaya kalktılar. Tabi yine bol bol ayrıntı ve farklar var.

Benim asıl merak ettiğim ise iyilik kavramının, insanlık kavramının neden vazgeçilmez bir yanı olduğu. İnsanlık dediğimizde nedense büyük ve göz kamaştırıcı iyilikler, fedakarlıklar, sevgi, güzellik, bahar ve açan çiçekler gibi şeyleri düşünürüz. Gülümseyerek verilen bir baş selamı, samimi ve içten bir sarılma, sıkıntılı bir günde bir dostun yanında olmak gibi şeyler içerir insanlık; felaketlerde uzatılan yardım elleri, kötülüğe karşı birlik ve beraberlik...

İyilik... Kötülük... Nedir bu insanlık dediğimiz kavram?

İnsanlık, kendinden sonraki nesle kendinden öncekilerinin hikayelerini anlatabilmeye başladığından beri tanımlanmaya maruz kalmıştır. Yazının, dilin ve ateş çevresinde otururken anlatılan hikayelerin keşfinden beri olmuştur belki de. Kim bilir ondan çok öncesinden beri insanlık kendi tanımlamaya başlamıştı hatta. Lakin insanlık tanımlanırken en temel öğe nedense hep iyilik olmuştur. Bu ise benim hep aklımı karıştırmıştır.

Kötülük yapanlar da insan değil midir? Onlar da bize iyiliği öğreten aynı kültürden, öğretilerden ve terbiyeden geçmemişler midir?

Tamam, pekala. Biraz erken girdim konuya. O zaman şuradan devam edelim, daha doğrusu geri dönelim. İyilik nedir? ‘Kendisine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma’ adlı altın kuralı temel alan bir kavram mıdır? Yoksa kendinden başkalarının faydasını ve çıkarını düşünmek midir, özellikle de kendinden zayıf olanların? Din midir, bize ahlak konusunda katı kurallar sunup sınırlarımızı çizen? Toplumun bize verdiği gelenek ve göreneklerin öğretileri midir? Nedir bu iyilik ve insanlık ve de birbiriyle olan ilişkisi?

Ben iyiliğin olduğu kadar kötülüğün de insan olmanın, yani insanlığın bir parçası olduğuna inanırım. Yani, her ne kadar hoşnut olmasam da, Hitler de bir insandı ve insanlığın bir ürünüydü. Üstelik vejeteryan bir ressamdı kendisi, biliyor muydunuz? Stalin de öyleydi, Mussolini, Osmanlı padişahları, İngiliz monarşisi, Fransız İhtilali’ni yapanlar, Amerika’yı suçlular için sürgün yeri kabul eden Avrupa ve oraya giden insanların kızılderilileri vebalı battaniyelerle katledenler... Her biri insandı ve insanlığın ortaya koyduğu ürünlerdi.

Ortaya çıkan yıkımlar, katliamlar, soykırımlar, cinayetler, suçlar... Bunlar da biz insanların ortaya çıkardığı eserler değil midir? Doğada insandan başka kaç varlık bunları yapmıştır? Hiç yemeyeceği geyiği öldüren bir aslan gördünüz mü mesela? Ben görmedim ama belki de belgeselciler bizi kandırıyordur kim bilir, değil mi?

Doğada iyilik ya da kötülük yoktur. Doğa iyi ya da kötü tanımaz. Denge ve dengesizlik vardır sadece. Doğa, dengesizlik karşısında bizim kötü olarak nitelendireceğimiz davranışları tereddütsüz sergiler. Çünkü iyilik ve kötülük bizim kendi kendimize yarattığımız olgulardır. Zira o kadar iğrenç eserler sunmuşuzdur doğaya ve evrene, sonra da bunları aşmakta o kadar zorlanmışızdır ki insanlık kavramını yeniden şekillendirmişizdir. Kendimizi insan addedip, hoşlanmadığımız şeyleri yapanları insan olarak kabul etmeyip ortadaki sorundan ve yanlıştan üzerimize düşen sorumluluğu üstlenmemişizdir.

Hani bir söz vardı kızılderililerin: “Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları. Kimin kimi yiyeceğini suyun akışı belirler.” diye. Bu olayların sıralamasını ve doğaya hükmedemediğimiz gerçeğini anlatmaktan ziyade bir şey daha anlatır. Bu da doğada iyilik ve kötülük olmadığı, sadece dengeyi etkileyen ve tetikleyen değişimlerin olduğudur.

Yani doğanın özünde iyilik ya da kötülük yok. İnsanın içinde sadece iyilik varsa, kötülük nereden geliyor?

Hani bir yazar vardı ya, sustuklarımızdan da sorumlu olduğumuzu söylerdi hani? Bence ‘İnsanlık’ dediğimizde, sorumlu olmadığımız şeylerden de sorumlu oluruz aslında. Dünyanın öbür ucunda bir cinayet işlendiğinde eğer bundan rahatsız olmuyorsak, hani fikirsel olarak değil ama içten ve ağlayacak kadar üzülmüyorsak, o vakit biz de o cinayetten bir parça suç alırız. Çünkü onaylamasak bile reddetmiyoruzdur o cinayeti. Basitçe bizi ilgilendirmiyordur.

Ben buna ‘Karanlık’ derim. İnsanlar karanlıktan korkarlar. Ölüm gibidir karanlık, içine girene ya da ışık tutana kadar içinde ne tür dehşetler veya güzellikler barındırdığını ya da sakladığını bilemeyiz. İnsanlığın özündeki karanlık budur işte:

Bilinmezliğimizdir, karanlığa gömdüğümüz ve bir daha da bakmak istemediğimiz şeydir insanlığımız. Kötülediğimiz ve utandığımız şeylerin aslında bizim özümüzde de olduğu gerçeğini görmek istemeyişimizdir.

Güneş'ten Kaçarak...

Doğan güneşten bile kaçar oldum zamanla. Çocukken kâbuslarla uyandığım zaman karanlıkları delen güneş adeta kurtarıcımken, artık hüzünle izlediğim ve arkamı dönüp karanlığa kaçtığım bir alev topunun ötesinde bir şey değil artık benim için. Gecenin ruhumu kaplayan, bedenimi sarmalayan Karanlığından kalma gözlerimi acıttığı, yorulmuş zayıf bedenimi yakan güneşe lanetler olsun!

Hiç doğmamasını sağlayabilseydim... Eğer imkânım olsa ve onu sonsuza kadar öldürebilsem... Elimden gelse... Yapar mıydım? Her şeye rağmen, insanlığa rağmen, gözyaşlarına rağmen...

Cevabını veremiyorum, dilerim öyle bir kudret ruhumu bulmasın.

Her şey ne kadar garip geliyor bir anda? Hiç bir kenara oturup insanları izlediniz mi? Onların gereksiz ve önemsiz mücadelelerini? Medeniyet düzenine rağmen hüküm süren kaosu hissettiniz mi? Karmaşayı, çılgınlığı hissettiniz mi onları izleyip? Peki, hiç izlemeye mahkûm oldunuz mu?

İşte benim dünyadaki cezam bu! Onların önemsiz koşuşturmalarını izlemek zorundayım. Ömrüm boyunca, sonu gelmeyen ömrüm boyunca... Asla içtenlikle katılamayacağımı, kendimi kaptıramayacağımı bilerek.

Sonu gelmeyecek mi hiç? Cezam bitmeyecek mi hiç? Merhamet bana yüzünü göstermeyecek mi?

Yüreğime işkence eden karanlığa nasıl karşı koyabilirdim? Artık güneşin batışı gecenin karanlığını selamlıyordu... Güneşin ve gecenin tüm keskin sükûneti benim bedenimi biçerken çığlıklarımı kim duydu? Gözyaşlarımı kim sildi? Bilemiyorum. Zamanla kuruyormuş, yaralar kabuk bağlıyormuş ama yüreğimin yarası çok derin.

Çoğu kez ölümü düşünerek uyandım sabahlara. Kim bilir kaç kez öldüm bu son dedim; hiç ölemeyeceğimi bilerek. Ve artık umursamıyorum.

Ama hiç düşünmemiştim yüreğime işkence eden karanlığı yüreğimde hapsedebileceğimi! Ruhumu yutan karanlık artık benim elimde. Doğmayacak sabahları bekledim, batmayacak dolunay için dua ettim... Korkularımla tanışmak için, tekrar korkabilmek için... Tekrar ben olabilmek için, o küçük çocuk için...

Ne bir ışık aydınlatır yolumu, ne de kibirli güneş! Benim gözlerimdeki karanlık geçmeden ne bir melek yardım edebilir bana ne de temiz bir yürek... Nemli gözler ve sessiz hıçkırıklar... Bana benden başka kimse yardım edemez.

Çığlıklar eşliğinde, güneşin loş ışığı eşliğinde, gözyaşlarım eşliğinde... Gecenin asaleti eşliğinde… Ben düştüm.

Kimse bilmedi, kimse öğrenemedi. Bir sır oldu gece ile benim aramda, bir bakış oldu hiddetli güneşle aramda, bir günah oldu kendimle kendi aramda...

Bu benim anlatılmamış hikâyem. Bunları yazdım; beni, benden sonra gelenlerin yargılaması için değil. İbret alıp korkması için de değil, acıması için hiç değil!

İnanması için.

Ne için?

Karanlığın bir meleği... İsmini bilmiyorum. Karanlığın rengini giyinmiş, başı eğik duruyor. Kanatları toprağın rengi, saçları ağarmış ve yüzünü güneşten ve bulutlarından çevirmiş. Orayı özlüyor ama oraya dönmek istemiyor.

Bir ruha eşlik ediyor, ona bildiği her şeyi yavaş yavaş anlatıyor ve gösteriyor. Ruh, öğrenmeye hevesli ve aslında Melek onun özü. Melek aslında kendi parçasını yüceltiyor. Acıyla, kanayan yaralarıyla, nefesleriyle, inancı ve fikirleriyle, öfkesiyle, sevinci ve heyecanıyla, sevgisiyle... Yaşayarak!

Melek sırları öğretirken ve ona gerektiğinde yardım ederken çok ciddi ve sabırlı, ancak neşe ile değil hüzünle... Ruh ise Melek yanındayken korku duymuyor; iblisle dövüşürken bile.

Peki daha önce Ruh'un nasıl gittiğini anlamadığı tapınaktakiler? Etrafı denizle kaplı, ufukta dağların yükseldiği, kapısına güneşin vurduğu o tapınaktakiler; kimdi onlar? Daha çok kırmızı bir pelerine benzeyen giysiler giyen ve elinde asa tutan o iki kişi? Biri keldi ve diğerinin sırtı dönüktü. Kel olan "Daha öğrenecek çok şeyin var." demişti Ruh'a. Melek bunu biliyor muydu? Yoksa o mu götürmüştü? Ruh, orada bulduğu mezarın yanındak bulduğu kılıcı hala taşıyor muydu yoksa?

Yoksa o kırmızı cüppelilerden biri melek miydi?

Ne kadar çok bilinmeyen şey vardı, ne kadar "Karanlık"! Melek ona karanlığı öğretmişti, kılıcını kullanmayı da, semboller seçmeyi de. Lakin Ruh'un istediği o güçler, heyecan verici yetenekler? Bunları öğretmeyecek miydi? Ya da öğrenmesi için Ruh'u hazırlayacak mıydı?

- Ey Karanlıktan çıkma meleğin eğittiği Ruh! Kendi çevrene az bildiğin sırları yaymak istiyorsun, çevren buna değer mi? Evet, değdiğine inanıyorsun. Başarısız olacak olsan da, denemiş olmanın gururuyla boyut değiştireceksin.

Ama buna değer mi? Bütün o curcunaya, değişimin sancılarına, tereddütlerinde cesaret vermeye değer mi? Bunu yapacakları bile kesin değilken hem de!

Medeniyet düzeninin içinde bir kaos saklı. Tebessümlerin ardına akmış gözyaşları ve masumların kanı! Ne cüretle insanların utandıklarını açığa çıkarır, insanlara görmezden gelmemelerini öğütlersin?

Her şeye rağmen Kılıç'ını, insanların kendi eliyle yarattığı sahte ışığa savurup içindeki karanlığı açığa çıkarmak mı istiyorsun Karanlık'ın Melek'inin eğittiği Karanlık'ın Şövalyesi'nin Ruh'u?

Bir şövalye gibi evet; lakin hristiyanların dünyasındaki ya da fantastik hikayelerden çıkmış olanlar gibi değil...

Kavramlarla savaşan, insanların ruhlarını görebilmek için uğraşan, zamanında yeterince bulamadığı yüce ruhları aramak yerine herhangi bir ruhu yücelterek dünyayı değiştirme hayalleri kuran, bu şekilde kolaya kaçmış olan, bunun için fedakarlıkta bulunmaktan kaçınmayacağını iddia eden, onuruna ve bütün dinlerden arı olarak inancına tutunmaya çalışan basit ve aptal bir savaşçı gibi...

Niye ifadesizce duruyorsun? Öfkelenmedin mi? Bana da acımıyor ve merhamet duymuyor musun? Benim için üzülmüyor ya da içten içe acizliğime gülmüyor musun, kendini gururlandırarak? Söyle bana, niye ifadesizce duruyor ve bir şey söylemiyorsun?

Yanlış mıyım söylesene? Defalarca yüceltmeye kalktığın onca insana ne oldu?

Biri senin anlattıklarından hiç ders almadı ve rol yapmaya devam etti. Birinde o gücü gördün, onu sevdin hatta ama yine de korkusu ile başedecek bilgiyi veremedin; bir başkası ile - yatabileceği bir başkası ile- birlikte olmak için seni terketmedi mi, yalnızlık korkusu adına? Hatta sen onun zayıflığını bilerek bunu ona sen yaptırmadın mı?

Ya en büyük yoldaşın olarak gördüğün? Senin görebildiklerini görebiliyor olmasına rağmen susmayı tercih etti, sende birazcık olsun onunki kadar akıl yok mu?

Ya o inancını sorgulayan, ezoterik sırlar adına keşfettiğini sandığın bilgilerle dalga geçen onca insan? Senin Tanrı'ya olan inancına, sevgine ve güvenine rağmen senin cehennemde yanacağın korkusunu dile getiren o küçük öğrencin? Söylesene, sürekli çekinmeden anlattığın o doğruluğu tartışılır ve dünyanın çoğunun kabul etmediği - hatta araştırmadığı ve bilmediği- bilgileri ona da anlatacak mısın? Kafasını karıştıracak ve mutlu olma hakkını ondan alacak mısın?

Ya senin verebileceğin bilgiyi görebilmesine rağmen, yaşadığı düzeni terketmek istemeyen o kız? Onun gibi sayısız insan var. Kaçını daha kaldırabilirsin? Kaçı daha seni terkettiğinde yıkılmamak için dayanmaya çalışıyor olacaksın?

Seni dinlemeye bile korkan, dinledikten sonra da küçümseyecek onca insan için kendini reklam etmeye değer mi? Bu iş bittiğinde sen yine kendi başına ve o çok sevdiğin yalnızlıkla kalacaksın, birileri senin sözlerini ve yaptıklarını öğrenmiş olacak ve özenti diyecekler... Dikkat çekmeye çalıştığı için sürekli farklı olmaya çalışan!

Ne o? Yoksa tanıdık mı geldi son söylediğim?

Hem neden başkalarının ruhu ve acısı seni bu kadar ilgilendiriyor? Birçok insan kendini bile göremez ve görebilenlerin çoğu acısına katlanamayacağı için gözlerini kapatır belki; sen katlanabildin mi? Sen kendi acını ve ruhunun taşkınlığını dindiremiyorken başkalarından nasıl beklersin? Kendininkini dindiremiyorsun ve bu yüzden başkalarınınkine bu kadar karışıyorsun değil mi? Başkalarının acısı ve bilgisi için; kenci acınası varoluşun için bir işaret, bir arayış...

Bir gözyaşı mı görüyorum? Söylesene bu kaçıncı? Gözyaşının bir tür güç olduğunu söyleyen sen, insan olduğunu gösterdiğini söylediğin gözyaşları, bu kaçıncı gözyaşın ruhundan ve gözlerinden akan? Evet; bir anlam arayışı içindesin. Her şeye bir anlam yüklemeye çalışıyorsun, günün birinde senin de anlamını ortaya çıkarır umuduyla. Niye doğrudan kendi anlamını aramıyorsun, kendi varoluşunun sebebini? Çünkü bulamayacağını biliyor ya da hissediyorsun! O anlamı bulamadan ölmek istemiyorsun, korkuyorsun ama zaman akıp gidiyor.

Her gün ruhun yaşlanıyor, acı çekiyor ama yine de gülümsemeye çalışıyorsun; sırf onlar da gülümsesin diye. Peki ya sen ağladığında kaç kişi geldi? Kaç kişi? Kaç kişi o "zehir sürülmüş gümüş hançer"in açtığı "sürekli kanayan yara"na elini bastı? Kaç kişi?!

Ah, evet biliyorum bu sembollerini. O gördüğünde heyecan duyduğun ilk insan hançeri sapladığında o acıyı ruhunda değil, gerçek olarak göğsünde hissettiğinde oradaydım.

O yarayı kapatmadın, kapatamadın belki de. Kendini kandırmak yerine acıyı kabullenerek ölmeyi tercih ettin ama bak ne oldu şimdi; o hissi çok nadiren duyabiliyorsun artık ve o heyecanı yaratabilen her nadir insan, ağlayarak da olsa, hançeri saplıyor çıktığı yere; zırhındaki tek zayıf noktaya...

Çevrenin, ailenin, toplumun, insanların ve dünyanın söyleyip yapacaklarına ve savuracağı darbelere göğüs gerebilirsin belki. Gerdin de biraz sanırsam ama o zayıf yer... Değer verdiğin insanların senden vazgeçişi, hatta onlara anlattığın ve gösterdiğin düzene geri dönmeleri... Yalnızlık korkuları... Güçlerini, hayallerini, sevgi ve hoşnutsuzluklarını saklamaları... Merhametsizlikleri, güvensizlikleri, çıkarcılıkları, amaçsız ya da önceden belirlenmiş hayatları, kendi ruhlarını gözardı etmeleri, farklı açıdan bir kere bile olsun düşünmeye çalışmamaları...

Sevgini suistimal edip, bedenlerinin ve ruhlarının suistimal edileceği insanlara ve düzene dönmeleri...

Bütün bunlara rağmen, anlatsan da ağlayarak kulaklarını kapatacaklarını bilmene rağmen? Söylesene gerçekten değer mi? Ne için bütün bu saçmalıklar, bu safsatalar?

Bütün bunları inandığın için mi yapacaksın? Senin için çok farklı bi anlamı olan Tanrı için mi?

Ne için?


______________________________________________________________________



"Ne düşteki toprak, ne de toprağa basan eylem!

Dudaklardan dökülen söz vücut bulmadan,

Sessiz ruhun içindeki şarkı başlamadan önce

Düşüncesidir insanın, Tanrı'nın onurunu ve sevgisini kazanan..."



Ben sadece şarkıma başladım... O yaranın kapanmasının ya da akmaya devam etmesinin bir önemi yok, çünkü umurumda değil. Ben diplerde sürünüp acı çekerken kimse yardım etmedi bana; "Ne bir melek ne de temiz bir yürek." Hatırlarsın. Bana sadece yollar gösterildi ve ben de yürüdüm yolları seçe seçe...

Yalnız yürüdüm, diz çöktüm yorgunluktan ve acıdan, kılıcımı savurdum öfkeyle, kimi zaman ben de rol yaptım kendimden utanarak, ağladım hem ruhumla hem de bedenimle sayısız sebep yüzünden, dayandım yıkılmamak için, utandım giden ve varolup olmadığı farketmeyecek varoluşlardan... Bıkmıştım artık ruhların karanlığından, karanlığın en derin uçurumlarını görmekten, görmeyenlerin acısını çekmekten!

Tek başıma fark yaratmaya çalışmaktan bıkmıştım; tek başıma hayatı güzel kılmaya, çirkinliklerin bile güzel olabilecek yanlarını görmeye çalışmaktan...

Nefes alarak öylece durmaya çalıştım lakin nefesim daraldı ve boğuldum. Ruhları yüceltmek tek başıma, kendimden bile yüce kılmak çok zordu ve çoğunda başarısız oldum. Çünkü kendim de yüce bir ruh değildim. Yine de o yüce ruhların bile bile kendini düzene kaptırdıklarını gördüğümde, öfkemin ve acımın haddi hesabı kalmadı!

Yine de, eğer sadece bir kişi için bile olsa, bir fark yaratabilirsem yanılmış olacaksın Ey Mahluk, Ey Yaşlı ve Bunak Koca Karı, Ey Dünya'nın ve Karanlık'ın Rezil Yönü! Eğer bir kişi için bile fark yaratabilirsem çabam boşuna olmamış olacak.
"Ne düşteki toprak, ne de toprağa basan eylem!

Dudaklardan dökülen söz vücut bulmadan,

Sessiz ruhun içindeki şarkı başlamadan önce;

Düşüncesidir insanın,

Tanrı'nın onurunu ve sevgisini kazanan..."

Döngü


Mineral olarak öldüm ve bitki oldum,

Bitki olarak öldüm ve hayvan oldum,

Hayvan olarak öldüm ve insan oldum.

Niçin korkayım?

Ölmekle ne zaman azaldım?

Yine de insan olarak bir kere daha öleceğim.

Kutsanmış Diyar'da süzülmek üzere;

Ancak Tanrılıktan bile vazgeçmeliyim.

Siste

Ne tuhaf siste yürümek,
Her çalı, her taş ıssız...
Ağaçlar, insalar görmüyor birbirini
Hepsi, hepsi de yalnız.


Hayatım apaydınlıkken henüz
Dostlarımla doluydu bu dünya
Çöktü işte şimdi sis,
Hiçbiri yok ortalıkta

Karanlığı bilmeyen,
Bilge değil, olamaz.
İnsanı ayıran herşeyden,
Karanlık; hafif, kaçınılmaz.

Siste yürümek ne kadar tuhaf!
Yalnız olmaktır yaşamak, yalnız.
Kimse kimseyi tanımaz, herkes yalnız
Herkes, hem de herkes.

Hermann Hesse
(Edited)

Nereden Gelir?

Nereden gelir bu neşe?
Arka sokağın kaldırımındaki
Yalnız bir çiçeğin neşeyle haykırması gibi
Veya kıyılarda süzülen yavru balıkların
Kendilerini doğaya ait hissetmeleri gibi
Nereden gelir bu neşe?
Bu huzur?


Alır, verir, gider ve gelir.
Hep bir kısır döngüdür hayat
Kendi kuyruğunu ısıran ejderha misali
Nereden başlayıp nerede bittiği belirsiz
Ama bir o kadar güçlü ve de bilge
Nereden gelir bu kaynaksız neşe?
Bu huzur?

Zaten ne kadar bilgeyizdir ki
Kandırırız kendimizi inceden ve gizlice
Rüzgar gibi özgür sanarız kendimizi
Rüzgara destanlar döker, ağıtlar yakar
Ancak rüzgarın da sınırları olduğunu
Göremeyiz her nedense

Yine de küçük bir çocuk gibi
Çayırlarda uçurtma uçurcasına
Rüzgarla arkadaş oluruz
Bazen rüzgar elimizden almak ister uçurtmayı
Küçük çocuklar gibi kavga ederiz
Yine de mutlu oluruz arkadaşızdır diye
Yüzümüzü yalar sadık bir hayvan gibi

Nereden gelir bunca neşe ve huzur?
Yaşadıklarımızı yaşasa, böylesine esebilir mi rüzgar?
Böylesine kaygısız ve özgürce
Dolaşabilir mi delicesine dağların arasında?
Birazcık biz olmayı tatsa rüzgar
Yağmurları ardında getirmez miydi
Ağladığını anlatabilsin diye?


Nereden gelir bu neşen?
Onca sıkıntı, onca küçük görülme
Onca dert ve azıcık nefes ve umut...
İnsan nasıl dayanabilir buna?
Dayanmayı bırak da söyle bana
İnsan nasıl senin kadar neşeli
Huzurlu ve güler yüzlü kalabilir?
Senin gibi...

Lanet!


Benim lanetim ne? Nefes almak mı, kararlarım mı ya da sadece ben mi?

Gün geçmiyor ki bir şeyler değişmesin ya da aynı kalsın. En çok önem verdiğim zamanda bile değer görmemek benim lanetim mi oldu anlamadım gitti. Değişmiyor bu, ne kadar değer versem de ne kadar anlayışlı olsam da... Neye elimi uzattıysam çürür oldu, sanki el benim elim değil de bir iblisin eli; oysa onlardan o kadar nefret ediyorum ki!

Zaman içinde birini sevmiştim, çocuk ruhlu birini. Sadece konuşması bile beni gülümseten birini.. Ancak ne oldu ona? Niye gitti, neyi bahane ederek? Düşünmeden edemiyorum, neden bir insan olabildiğince iyi olmaya çalıştığı halde bunun karşılığını alamaz hiç? Hani ne ekersek onu biçiyorduk? Niye sürekli bataklık gibi çıkıyor toprak, karşıma attığım cevap olarak? Neyi yanlış yapıyorum?

Ben gençken hayatım daha doluydu; birini sevdiğimde bu gerçekten sevgi oluyordu ve hissedebiliyordum da. Bir şeye inandığımda, o inandığım şey yüzünden çektiğim acılar ve yalnızlıklar o kadar ağır olmuyordu; hatta keyif de alıyordum sırf bunlara dayanabilecek kadar gücüm var diye. Övünüyordum kendimle. Her şey için çok çabalıyordum, hiç bir şey elde edemesem de ve bu beni yıkamıyordu. Sadece yürümeye devam ediyordum.

Ama ya şimdi? Şimdi ise bıktım bunlardan, çünkü gençken bir şey elde edemediğimde bunun bana gelecekte getirisi olacak diyordum. Lakin bu bir yalan. Getirisi filan yok!

Sanki lanet bir iblisi yaralamışım da, o da öfkeyle hayatımı berbat ediyor; karşıma çıkmaya cesaret edemeden...

Lakin en nefret ettiğim yanım, kendi iblislerim.. Ya benim iblislerim ortaya çıkarsa? Şer yanlarım? Bunca yıl yaptığım onca fedakarlığa ve çabaya rağmen elde edebildiğim ne var? Benden daha az ve daha bencil iş yapanlar benden daha ileride ve ben olmam gerekenden çok daha gerideyim; neden ama? Ektiğimizi biçeceğimizi söyleyenler, hani nerede dedikleriniz?

Ne yapmalıyım? Ben de mi şer olayım? İnsanlara zarar vereyim, küçük düşüreyim, kullanayım, acı çektirebileyim... Acaba gerçekten herkesin yaptığını yapsam; değer vermeyerek sadece ihtiyaçlarımı gidersem daha düzgün ve saygı duyulan bir yerde olur muyum?

Bir hiçten bile gerideyken, zaten batmış bir haldeyken bunu denesem ne kaybederim ki?

Çok şeyi aslında.. Eskisi kadar hissedemesem, eskisinden daha az değer verilsem de, "Ben Benim"! Hala bir şeyler başarmaya çalışan benim!

Peki buna kim inanır? Basitçe böyle söyleyip ilgi çekmeye çalışmadığımı kim iddia edebilir? Elbetteki kimse; o vakit bunu niye yazıyorum?

Bunu sizi suçlamak için yazıyorum! Bahaneler uydurmayın. Karanlığınızı kabul edin; iğrenç ve sakladığınız yanlarınızı, yalanlarınızı, umutsuzluğunuza duyduğunuz nefret yüzünden diğer insanların umutları kırmaya çalıştığınızı, bencilliğinizi, kıskançlığınızı, hasetinizi...

Bunların hepsini kabul edin ve götünüze sokun.

Sonra gidin. Sadece gidin ve yoluma daha fazla çıkmayın.

İlginç Bir Ağ Üzerime Çöken



Bir insan geçmişini neden kolayca unutamaz? Unutmak daha iyi olmaz mıydı? İlla da ders mi almamız gerek çektiğimiz acılardan?

Kimileri der ki; insan sadece acılarını hatırlar geçmişten.. Acı gerçekten de unutulmaz dersler mi verir? Uzun süren bir ilişkiden sonra bittiğinde sadece son günlerdeki tartışmalar mı hatırlanır? En başından bu yana yaşanan, yüzde küçük de olsa bir tebessüm yaratan anılar hiç mi hatırlanmaz? Yoksa hatırlanan acılar unutturur mu bunları?

Hiç hatırlamamak daha iyi değil midir? Veya neden acıların yerine mutlu anlarımızdan ders almayız? O zaman hayatta değer verdiğimiz insanları daha iyi hatırlamaz mıyız?

Neden yazıyorum peki bunları?

Çünkü bıktım. İyi niyetlerle başarmak için harcanan çabaların aşağılanmasından, değersiz bulunmasından sıkıldım. İyi olmaya çalıştıkça, yardım ettikçe, değer verdikçe nefret edilmesinden usandım artık.

Niye daha fazla sevgi yok? Daha fazla anlayış, daha fazla kabulleniş, daha fazla isyan, daha fazla denge isteği?

Ve niye bunları isteyenler aşağılanıyor? Hor görülüyor? Yaranız mı var da gocunuyorsunuz böyle insanları görmekten bile?

Gerçekten bıktım, anlıyor musunuz? İnsanların kendi hatalarını inatla görmeyi reddetmesinden ve bu reddedişi unutmak için böylesi insanlara duyduğu kasıtlı nefrete odaklanmalarından bıktım usandım artık.

Eskiden daha yüce şeylerden bahsederdim.. Ruhun yüceliğinden bahsederdim mesela... İnsanların içindeki sarsılmaz ama karartılabilen o küçük ışık... İnsan düştükçe parlardı o ışık ve yüceldikçe kararırdı.

Düşmenin getirisi, ruhun yücelmesiydi. Lakin nerede yolumu kaybettim? Ne ara farkına vardığımı bile hatırlamıyorum yoldan çıktığımın. Sanki hep bu yanlış yolda yürüyormuşum gibi ve şimdi de doğru yol neredeydi, hatırlamıyorum. Yani ben de o içi boş insanlardan oldum sanki.

Neden, biliyor musunuz?

Çünkü yoruldum artık. Onca yaşanan olaylara göğüs gerdikten sonra gerçekten mutlu olmayı özledim.

Sıradan koyunlar gibi umarsızca birini sevdiğini söyleyip, her haltı yiyip sonra biraz olsun hatırlamamayı o kadar çok isterdim ki... Sürekli insanlardan alıp hiç bir şey vermeyerek...

Neden mi? Çünkü bu daha basit! Çünkü o kadar değer verdikten sonra sizi haketmediğiniz bir şekilde aşağılamasını umursamazsınız. Acı çekmezsiniz. Kısa vadede olsa da sizin faydanıza olur. Uzun vadeli yararları beklemekten daha iyidir...

Ama yapamıyorum işte. Sadece nefes almayı çok özledim.. Nefes alabilmek isterdim.. Yine de karanlıkta bir parça ışık buldum ve umutluyum.

Ruhum yalnız ve karanlıkta küçücük bir ışığa umut bağladı artık.

Ve ruhum çok yorgun.. Çok..

İlginç bir ağ üzerime çöken..

Neden?



Karanlık...

Hayatım boyunca, kısa ama her saniyesi çatışma içinde geçen hayatım, karanlık içindeydi. Önceleri akışına bırakıyordum. Fazla düşünmezdim, çünkü umursamazdım. Acıyla ilk tanıştığımda daha çok küçüktüm, ölüm üzerine ve değer verdiğim birçok şey üzerine şiir yazardım.

Babam yazdıklarımı bir şaire götürmüş ve şair demiş ki "Biraz da mutluluk üzerine, aydınlık üzerine şiirler yazsın!" demiş ve bana imzalı bir kitabını hediye etmiş. Babam bana kitabı getirdiğinde imza duruyordu ve hevesle şiirlerini okumuştum. Lakin bir süre sonra onu fırlattım ve bunca yıl bir kere bile aramayı düşünmedim!

Neden? Nedendir bunca acıya, inanca, yılmamış olmamıza ve iyi bir şeylerin geleceğini umut etmemize ve inanmamıza rağmen halen bizi yakan ateşlerde sınav oluruz? Tanrılar beni yaptığı sınavlarla yükseltmiş veya kendi ruhumla güce erişmiş ve yükselmiş olabilirim. Ama bu kadar yetmez mi? Neden hala beni ateşlere salarlar, ruhumu yakıp acı verirler? Tek bir tane olsun destek vermeden fırtınadaki bir ağaç gibi kökümden sarsarlar beni?

Neden? Benimle taşak geçmek hoşlarına mı gidiyor?

Bir insanın ruhunun karanlığını görebilirim. Bir insanın acısını onun kadar derin hissedemezsem de anlayabilirim. Karşılık beklemeden yardım edebilirim ama neden insanlar benim örnek aldığım insanlara bakmaz? Tamam, ben çoğu insandan daha iğrenç bir insanım. İyi yanlarım kadar size anlatsam, sizi dehşete düşürecek düşüncelerim bile var hatta! Ama neden ben bile bu iyi şeyleri yaparken etrafıma baktığımda çok az iyilik görüyorum? Gerçekten de tek miyim bu dünyada, her insan gibi? Kendi olan her insan gibi?

Tek olmasam ne olurdu? Ne olurdu kalabalıktan biri olsam? Onlar gibi içime döksem iyilik dolu berbat dürtülerimi? Acı çekmeden, yıkılmadan... Ne olurdu sanki?

Söyleyeyim. Ben, ben olmazdım. Ben karanlıkta yürüdüm, nefes aldım, savaştım, yardım ettim, dayandım ama yalnız yürüdüm, sadece kendi nefesimi duydum, tek başımaydım karşımdaki canavarla, kimse yoktu yardım edecek ve hiç bir desteğim yoktu... Ancak gözümde öyle bir evrensel düzen vardı ki bunun daha fazla bozulmasına sebep olamayacak kadar sorumlu hissettim kendimi.

Buna yüzden yılmadım, dayandım ve acıyı kabul ettim. Kanayan yaramın beni güçlü kılmasına izin verdim ama bir kere olsun bana şifa eli uzanmadı. Bir kere olsun yarama elini koyacak biri olmadı.

Artık tanrının gökyüzünde, altın tahtında oturan moruğun teki olduğuna inanmıyorum ama... Eğer olsaydı ona şunu sormak isterdim:

"Neden yalnız bıraktın beni karanlıkta?!"