Darkness In Me

Ya ağaç sana dokunmak istiyorsa?
Ya kuş bir iltifat bekliyorsa?
Ya dağ yalnız kalmak istemiyorsa?
Ya deniz dalgaları onu düşünmeni istiyorsa?
Dünya senden çok şey mi istiyor?
Halbuki sen aşkın için gözünü kırpmadan yapmaz mısın bunları?

Ya dünya seni seviyorsa?

Çok Kolay...

     Ne kadar kolay, değil mi bir insanın hayatında önemli ve trajik bir rol oynadıktan sonra herşeyi unutmak?

     Bir düşünün. Bir insanla tanışıyorsunuz. Hızlı bir şekilde flörte başlıyorsunuz. Birbirinizi anlatıyorsunuz. Birbirinizi dinliyorsunuz. Birlikte hayaller kuruyor, planlar yapıyor ve bu kadar uyumlu olabileceğinizi hayal bile edemeyeceğiniz insanın bunca yıldır nerede olduğunu merak ediyorsunuz.

     Sonra birden tüm kayışlar kopuyor...

     Durduk yere, yani hiçbir sebep dahi sunulmadan, o insan sizi hayatından çıkarmak için sizinle kavga ediyor. Sizi olmadık şeylerle suçluyor, ithamlarda bulunuyor, gerçeğin ya sadece kendi işine gelen parçasını ortaya sunuyor ya da o parçayı veya gerçeğin tamamını kendi işine gelecek şekilde yorumluyor.

     Öylece şaşırıp kalıyorsunuz. İçgüdüsel olarak sahip olduğunuz ve olacağınız şeye tutunmaya, onu korumaya çalışıyorsunuz ama ne yaparsanız yapın bir şekilde elinizden kayıp gitmesine engel olamıyorsunuz.

     Nefret, öfke, çılgınlık, histerik ağlamalar, dualar, tanrıya edilen küfürler, özürler, soğuk duşun altına girip kendine gelmeye çalışmalar...

     Tüm bunlar durulduğunda ve sakinleştiğinizde ise hala gerçek sebebin ne olduğunu bilmiyor oluyorsunuz.

     O vakit bir fırsat çıkmasını beklemeye başlıyorsunuz, hem de 4 gözle. Bir fırsat çıksa da tüm gerçekleri öğrensem diyorsunuz. Tüm o duygular durulduğu için içinizde yatanı keşfediyor ve bu keşif, eğer gerçekleri öğrenirseniz ve saçmasapan bir şey değilse, onu affedebileceğinizi anlıyorsunuz.

     Onu affedebilme kabiliyetinden bahsediyorum elbette, affedeceğinizden değil. Sizin içinizde ona ve yaptıklarına karşı artık bir nefret veya öfke olmadığını anlıyorsunuz. Ona içiniz cız etmeden bakabiliyorsunuz.

     Ancak O böyle olmuyor işte. O sizi tamamen unutmuş oluyor. Size yaptıklarını tamamen aklından çıkarmış, unutmuş, siktir etmiş oluyor.

     Anlamıyorsunuz. Nasıl bir insan bu kadar derin bir ilişki kurup tek kalemde böylesine çizer ve aradan kısa bir süre geçtiği halde bu kadar kolay unutabilmiş olur?

     Her ne kadar unutmuş olsa da artık sizin için değeri kalmamıştır. Sizi ona çeken tek şey merak ve bir parça umuttur.

     O umudu ister atın, ister saklayın ancak ve ancak hayallere kapılmayın.

Garip Bir Şekilde Mutluyum!

Garip bir şekilde mutluyum...

Neden bilmiyorum. Şu aralar bir çok kötü olay oluyor hayatımda.

Müzik çalışmalarım duraksadı dense yeridir. Uzun bir süredir faaliyet yok ve bu hafta tekrar toplanma durumumuz ve ikincil grubumla stüdyom olsa bile hafif sıkıntılar var gibi. Kaldığım evin tapusunda kendi adım olmadığı için, tapuyu elinde tutan arkadaş sevgilisi ile beraber yaşamaya karar verdikleri için o evden 1-2 ay sonra çıkmış olmam gerekiyor. Dün yolda, Forum Bornova'da yürürken hayatımdan çıkardığım bir kızı yolda gördüm. Daha 1-2 hafta öncesinde kütüphanede rasgeldik diye önümü kesmeye çalışmıştı, gözlerinde fener gibi parlayan mutluluk ışıltılarıyla. Tabi bu sefer yolumu kesmedi ama sonradan sebebini öğrendim... Artık mutsuz değilmiş!

Çeviri işlerim yavaş gidiyor. Yaptığım işlerin parasını belli tarihlerde alacağım. Ancak uzak tarihler ve yeterli bir gelir değil.

Bugün sabah 6'da uyandım. Saçma rüyalar gördüm ama ne kadar saçma ve korkunç olsa da rüyamdaki davranışlarım ayrıca oldukça hoştu.

Dün akşam bütün bunlardan dolayı öfke dolu olduğum halde işlerin düzeleceğinden emindim. Buna inancım tamdı. Lakin yine de içten içe beni kemiren bir şeyler vardı. Rahat nefes almamı engelleyen, stresler içinde yüzdüren... Rüyalarımın garip ve korkunç olması da bu yüzdendi herhalde.

Ancak rüyamda savaştığımı ve yılmadığımı hatırlıyorum. Benden güçlü olduğunu bildiğim halde irademle karşı çıktığımı, fiziksel olarak benden daha kuvvetli oldukları halde onlara meydan okuduğumu ve kaybetmediğimi hatırlıyorum.

Sabah uyandım. Kütüphaneye gelmeden önce, kütüphanede çevireceğim diziyi izleyemeyeceğim için, 1-2 bölüm dizi izledim.

Sonra garip bir şey oldu.

Geçen haziran ayına kadar flört ettiğim, hatta beraber "Duman" konserine bile gittiğim ancak yeni başlayan dönemde birkaç kez görüşmek istediğim halde bana cevap vermediği için sildiğim bir kız arkadaşım internetten ekledi beni. Konuşmanın ayrıntılarını vermeyeceğim ancak... Hoştu.

Kütüphaneye geldim. Her zamanki gibi çalışmaya başlamadan önce çikolatalı 'kapuçino'mu içip pipomu tüttürdüm. O an, her zaman yaptığım gibi, hayal alemine dalmaktansa etrafa baktım. Daha önce veya uzun süredir hayatın, yaşamın kendisinin bu kadar canlı olduğunu fark etmemiştim.

Kelimelerle tarif etmesi zor, benim için bile. Etrafımda tanımadığım, benim için önemsiz insanlar vardı. İletişim kurup çeşitli ilişki varyasyonlarına girmediğim ve bu yüzden de ne mutlu ne de üzgün olma olasılığım yoktu!

Kütüphaneye gelirken esnafların güneşliklerine tünemiş bir kuşun sesini bile duydum. Daha önce de duyardım. Ruh halim en bozuk halindeyken bile onları fark ederdim, çünkü benim için önemli olmuşlardır her zaman böylesi şeyler. Ancak bu sefer duyduğumda mutlulukla gülümsedim.

Belki de eski sevgilim, saçma sebeplerinden dolayı da olsa, benimle savaşamadığını söylerken ve bundan rahatsız olurken haklıydı. Her ne kadar savaşacağımız şeyin birbirimiz olmasındansa başka şeyler olmasını şimdi bile diliyor olsam da artık anlayabiliyorum.

Tıpkı öleceği kesin olan birinin, ölümü damağında hisseden birinin hayatta olduğunu kuvvetle anlaması gibi.

Bırakın kötü şeyler olsun. Üzülün. Ağlayın. Kederlenin.

Sonra oturup sakin sakin düşünün. Yalnız başınıza. Etrafa bakın. Yeşillikler ve börtü böcekler olmasa bile yaşamın kendisini hissedin. Gördüğünüz şeyler bir çöp sahası da olsa, çorak bir toprak ya da çlö bile olsa o gördüğünüz şeyin perde arkasındaki yaşamın gücünü hissedin.

Siz savaşamayacak olsanız bile o güç size destek olacaktır. Moralinizi yüksek tutacak, umut verecek ve o umudu gerçekleştirmeniz için size adım attıracak ve sorunlarla baş edebilmeniz için size yardım gönderecektir.

Garip bir şekilde mutluyum. Çünkü hayatta olduğumu hissediyorum ve bu gücü bana hayatın kendisi veriyor.

Affetmeyin...

     Bence insanlar affetmemeli.
     Her birimiz hayatımızda inanılmaz haksızlıklara uğramışızdır. Sevgililerimiz, arkadaşlarımız, ailemiz ve hatta tanımadığımız insanlar tarafından.
     Bu hayattır. Haksızlık, merhamet, başarı, başarısızlık, keder, acı, mutluluk, ölüm... Bu gerçekten de varlığı reddedilmez olan ve hayatı güzel kılan şeylerdir. Ancak kötü olan şeylere katlanmak, onlardan sağ çıkmak, onları tecrübe edinip ilerlemek ve gelişmek de başarması inanılmaz zor ama imkansız olmayan bir mucizedir.
     Peki neyi affetmeyin diyorum? Açıklayayım: İnsanları. İnsanları affetmeyin. Peki hangi insanları? Bunu şöyle güzelce bir örnekleyerek anlatayım.
     Eski sevgilim 3. ayımızda saçma bir sebepten bir arkadaşımı kıskandı. Ona kıskanılacak bir şey olmadığını kanıtlayarak gösterdiğim halde ilişkimizin tamamı boyunca o arkadaşım için kendisini terkedeceğime inanıp durdu. Böyle bir tutumla neredeyse 1 yıl boyunca çıktık.
     Sonra ne mi oldu? Kendisi uğruna bana frp oyunu açtırdığı bir arkadaşıyla çıkmaya başladı benden ayrıldıktan 2 ay kadar sonra.
     Bu affedilebilir mi?
     Bu arada eski sevgilimin de kıskandığı kız olan arkadaşıma gelirsek: onunla arkadaşlığımız bir süre daha devam etti. Neden bir süre daha? Şu yüzden: Ondan bir şeyler talep ettim ve gerçek yüzünü gördüm.
     Ne mi talep ettim? Ona verdiğim şeyin aynısını tabi ki: destek. Bir Luciferian olduğum ve de sevdiğim biri olduğu için her sıkıntıya düştüğünde, bunaldığında, konuşacak birine ihtiyacı olduğunda onun yanındaydım. Ne vakit ben kendim böyle bir şey talep ettim, o vakit bana söylediği şey kendisi de konuya dahil olduğu için bu konuda konuşmak istemediği oldu.
     Ne diyebilirdim ki? O kadar da haksız değildi. Ben onun yerinde olsaydım konuşabilirdim ancak ben o değildim ve bu yüzden bu kararına saygı gösterdim.
     Ne var ki sonrasında tavırlarımdan ona asıldığımı zannetti ya da öyle gibi bir şey. Bu beni gerçekten rahatsız etti.
     Bu ve buna benzer birkaç konuyu daha konuşmak için özellikle görüşmek istediğimi söylediğimde de 1 yılda uzun süren ilişkisi boyunca arkadaşlığını sevgilisine karşı savunmuş olan beni başka bir arkadaşı için ekti.
     Bu affedilebilir mi?
     2 güzel örnek size. Şu spiritüel salakların söyledikleri şeyler var ya hani? Affedin ve unutun derler. Ben derim ki affetmeyin ama unutun, siktir edin gitsin. Bu kadar basit.
     Niye mi böyle yapasınız? İlk olarak affedin ve unutun diyenler asla size demezler ki "Onları affettiğinizi onlara da söyleyin." Kendi içinizde kendiniz onları affedin diye tavsiye verirler. Bu asla affetmek değildir: Bu içinize atmaktır. Onlara karşı savaşamayacak kadar zayıfsınızdır, intikam alamayacak kadar acizsinizdir. Bu yüzden kendi içinizde onu affedin derler, çünkü basitçe onlara onları affettiğinizi söyleyemezsiniz. "Sen kimsin ki beni affediyorsun, gerzek!" diye çıkıştıklarında mosmor kalırsınız orada. Yahut onları affettiğinizi söylediğinizde sizinle tekrar eskisi gibi olmaya çalışırlar ve inanın bana, zehirlenen bir ilişki asla ve asla eskisi gibi olmaz ve aynı haksızlık tekrarlanmasa da bir noktada kırılacağından emin olabilirsiniz.
     Şimdi benim dediğimiz yaparsanız, içinize atıyormuşsunuz gibi düşünebilirsiniz. Belki de öyledir, zira hikayeler hikayeden hikayeye göre değişiklik gösterir. Ancak affedin ve unutun diyenler için de bu geçerlidir.
     Bu yüzden asla affetmeyin sizden açık açık özür dilenmedikçe. Saygı göstermeyin, size saygı gösterilmedikçe veya saygınız kazanılmadıkça. Basitçe çıkarın onları hayatınızdan, affetmediğiniz hataları için. Sonra da o insanları siktir edin ama asla ve asla affetmeyin.
     Çünkü hayat reikicilerin iddia ettikleri gibi toz pembe değildir.
     Çünkü affetmeniz gereken asıl kişi kendinizsinizdir. Öylesi bir ilişkinin zehrinden kurtulduğunuz için övünç duymalısınızdır da.
     Çünkü onları affettiğinizde, onların yaptıkları hatalar, haksızlıklar ve ihanetler cezasız ve karşılıksız kalacaktır. Cezayı siz kesmeyin, tamam ama onlara da af sunmayın.
     Bırakın evren onlarla ne halt yiyecekse yesin. Eğer sizin buna dolaylı yoldan bir katkınız olursa ne ala.
     Affetmemek dışında yapacağınız tek şey onlardan nefret etmemek olsun, o kadar. Nefret hem sizi onlara bağlar hem de sizi zehirler.
     Onlarla karşılaştığınızda yüzlerine bakmadan, sanki onlar yokmuş gibi yürüyüp gidin ve hayatınızdaki yeni şeylere odaklanın.
     Affetmeyip siktiri çekmek en güzelidir çünkü. 

Ben Bir Canavarım.

İyi bir insanın vasıfları nedir? Neye dayanır? Ve kim belirler bunları?

Bir insanın iyi biri olduğunu bilebilmesinin ama gerçekten iyi bir insan olduğunu bilebilmesinin yolu nedir?

Eh,tüm bu soruların canı cehenneme!

Ben iyi bir insan olduğumu asla iddia etmedim, hem de hiç. İyilerin tarafında olduğumu düşündüğüm ve bunu söylemiş olduğumu ekleyebilirim, ancak asla bir melek ya da aziz olduğumu söylemedim. Meleklerin bile iyi varlıklar olmadığını bilirim. Onlar iyilik timsali güçlerden çok düzeni koruyan polisler gibidirler.

Melekler bile iyi değil iken ben nasıl olur da iyi bir insan olduğumu söyleyebilirim?

Basit: Örneklerle. Daha önceki yazılarımda bol bol insanlara nasıl yardım ettiğim, danışmanlık yapıp fikir verdiğim, depresyondan çıkardığım ve kötü koşullara farklı açılardan bakmalarını sağladığımı anlatmıştım. Küfredilmeme karşın, hor görülmeme ve dışlanmama rağmen bunları yapmaya devam edip durdum.

Peki neden? Bir Luciferian olduğum için. Peki bir Luciferian olmak ne demek, 'cool' bir ismi olması dışında?

Bir Luciferian olmak için ilk önce insan kendi karanlığını araştırmalıdır. Lakin bu ne demektir, bir insan karanlığını nasıl araştırabilir?

İnsanoğlu karanlıktan hep korkagelmiştir, içindeki bilinmezlikten dolayı. Gece karanlığında, yıldızların ve ayın ışığı olmadan ormanda yürüyebilir misiniz? Ya da dibinde derin bir karanlık olan kuyuya ışıksız inebilir misiniz?

Hayır. Çünkü gece ormanda yürürken sizi takip eden hayvanlar hayal edersiniz. Kuyuya inerken bir taşın arkasında saklanmış bir yılan olabilir, değil mi? Halbuki eğer o ormanda vahşi hayvanların olduğunu bilseniz ya da kuyuda ne olduğunu, o vakit cesur olabilirsiniz. Ama bilmiyorken...

Karanlık budur işte: Bilinmezlik. Karşınıza çıkan bir canavardan daha korkunçtur karanlık, çünkü canavar kesinliktir; diğeri ise olasılık. İçinizdeki korkunun tek sınırı hayal gücünüzdür.

Peki bu karanlığın kendi içinizde olduğunu hayal edebilir misiniz?

Bütün insanlarda karanlık bir yan vardır. Bu her zaman korku değildir lakin... İnsanlar kötü anılarını, acılarını, hissetmek istemedikleri duygularını, isyanlarını, öfkelerini, haykırışlarını ve hatta kendilerinden bile tiksinmelerini sağlayan çirkin ve pis yanlarını saklarlar bu karanlık içinde.

Kişi kendi karanlığına adım atabilmelidir. Karanlık bir aynaya bakıp görebilmelidir gerçekte içinde ne barındırdığını; ne tür bir canavar ve pislik olduğunu. Sonra bunları benimsemelidir. Bunları kabullenmeli, acılarını ve bu acıların sebeplerini tarafsız olarak görebilmelidir. İçindeki hayvanî dürtüleri, herkesten ve hatta kendinden bile saklamak istediği için unuttuğu yanlarını açığa çıkarmalı ve farkına varmalıdır.

Peki ya sonra? Kişi bu karanlığını dengeleyecek ışığı da bulmalıdır. Lakin nasıl karanlığımızdaki sırlar bizim seçmediğimiz, doğamızda yatan dürtüler ise; ışığımızdaki özelliklerimiz de aynı şekilde doğal olmalıdır. Sebepsiz yere kıskandığımız gibi sebepsiz yere yardım ediyor olmalıyız mesela. Beklenti olmadan bir insana destek olabilmeli, fikir ve tavsiye verebilmeli ve fedakârlıkta bulunabilmelidir.

Yani kişi önce kendi karanlığını fethetmelidir. Sonra aydınlığını bulmalıdır. Ancak tüm bunlardan sonra yapılması gereken tek ve en önemli bir şey daha vardır: Başka insanların karanlığına girip elimizdeki aydınlığı onunla paylaşmak...

Evet, bir tek kendi karanlığımıza girip kendi canavarlarımızla yüzleşmeyeceğiz; bir o kadar da başka insanların karanlığına girecek, canavarlarını açığa çıkaracak ve ardından o canavarlarla savaşmalarına yardım edeceğiz. Daha sonra o canavarları hatırlattığımız için unutulacak, onların en derin utançlarını ve gizli saklılarını, sırlarını bildiğimiz için dışlanacağız; bir teşekkür dahi edilmeden. (Tabi her zaman değil.)

Bir Luciferian olmak budur işte.

Lakin... Biz de birer insanız, bunu asla unutmamak gerekir. Biz de üzülürüz, nefes alırız, güleriz, acı çeker, yaşar ve ölürüz. Bizim de sınırlarımız vardır; biz de nefret ederiz.

Özellikle de içindeki karanlığı keşfetmiş ve halen keşfetmekte olan, üstelik başka karanlıklar da görmüş birer insan olarak, sınırlarımız her ne kadar geniş olsa da, içimizde güçlü bir canavar yatmaktadır.

Ve bir Luciferian olarak nasıl içimizdeki meleği açığa çıkarabiliyorsak, zorlandığımızda da içimizdeki karanlık da açığa çıkabilir.

En kötüsü ise bu açığa çıktığında bunu benimsiyor oluruz ve sonunda bir canavar olarak yaşamaya başlayabiliriz.

Luciferian

    Ben bir Luciferian'ım.
  
    Adından da anlaşılacağı gibi adını hristiyanların şeytan olarak adlandırdığı melekten alır; Lucifer, Işık Getiren.

     Ben bir satanist miyim? Şeytana mı tapıyorum? Kendimi Lucifer'in bir kült takipçisi mi addediyorum?
 
     Elbette hayır.
  
     Luciferian'ların inandığı (inatla Luciferci demeyeceğim!) Lucifer'ın aslında kötü bir karakter olmadığıdır. 
 
     Lucifer'ın gerçek adı Helel'dir. Başmelek Helel, daha doğrusu. Kendisi cennetteki en üst rütbeli melek değildi belki  mitolojiye veya dinlere göre ama en güçlü meleklerden biriydi. En güçlü, en sevilen, en güzel... O kadar güzeldi ki Sabah Yıldızı derlerdi ona; güneş çıktığında bile parlayabilecek kadar parlak ve güzel bir yıldız.
 
     Görevi ise Tanrı'nın Işığı'nı korumaktı. Önce Işık Koruyan, sonra da Işık Getiren.
 
     Luciferianlar, daha yazıya bile dökülmemiş kadar uzak bir geçmişte insanların çok kötü bir duruma düştüğüne inanırlar. İnsanların insan olmaya başladığı ilk yıllarda belki de, kim bilir. Yine de bir vakitte insanlık zor duruma düşmüştür. Kimi insanlar bunun sebebinin yeryüzüne inip kadınları becererek onlara Nephilim'leri doğurtturan düşmüş meleklerden ileri geldiğini söyler. Kimi ise Tanrı'nın bizden, Nuh'tan bile çok önce, vazgeçtiğini düşünür.
 
      Lucifer, o zamanlar Başmelek Helel, yunan mitolojisindeki Prometheus misali korumakla yükümlü olduğu Tanrı'nın Işığı'nı verir. Ateşi verir. Bu Nephilim'lerin başa çıkamayacağı bir güç vermiş olabilir bize ya da belki de Tanrı, kendinden bir parça taşıyan varlıkları yok etmek istememiştir. Her halükarda Tanrı'nın bir parçası olan ışığı bize getiren Başmelek Helel'di.
 
      Bu bir fedakarlıktı. Düşünün, bir fabrikanın stoğundan sorumlusunuz ve göreviniz o stoğu koruyup kontrol etmek. Siz bir sebepten ötürü o stoğu başkasına veriyorsunuz. Ne olur?
 
      Lucifer'in yaptığı büyük bir fedakarlıktı. Bu ona çok pahalıya mal oldu. Tanrı'nın sevgisini kaybetti hristiyanlara göre ki ben buna inanmıyorum. Gücüne, güzelliğine, mevkisine mal oldu bu fedakarlığı. Hatta kimi büyüyle, daha doğrusu majiyle, ilgilenen Luciferian'a göre bunları kasıtlı olarak feda etmiştir.
 
      Zira evrende hiç bir enerji yok olmaz kuralı maji için de geçerlidir. Majikal bir enerji çekilir, alınır, gönderilir, şekillenir ama asla yok olmaz. Aztekler bu yüzden bakire kurban ederlerdi. Müslümanlar bu yüzden kurban bayramı kutlarlar. Aynı şekilde kurban kavramının, fedakarlığın ruhsal bir yanı da vardır. Biri için çekilen acı ve endişe, sevgi, ilgi ve daha bir çok şey de bir enerji yaratır.
     
     Lucifer, ışığı bize vermek için ise cennetten düştü. Gücü, güzelliği, mevkisi... Ve cennetten düşüşü...
     
     Ben ise bunlara ek olarak ismini de feda ettiğine inanmaktayım. Asırlar boyunca şeytanla eş değer tutulması, lanetlenmesi ve dışlanması da feda ettiği bir şeydi.
     
     Bu yüzden ben bir Luciferian'ım. Bu yüzden benim gibi, farklı fikirleri olsa da, Luciferian'lar var.
     
     Yıllar önce İngiltere'deki Jonathan isimli bir arkadaşım söylemişti bu kelimeyi ilk olarak bana. İnsanlara karanlıktalarken ışık verdiğimi, yol gösterdiğimi, onları karanlıktan çıkarmak için kendimden bir şeyler feda ettiğimi ve ardından o insanlar karanlıktan çıktıktan sonra beni tamamen unutmaları ve hatta görmezden gelip lanetlemeleri...
     
     Bunu bana açıklayıp söyledikten sonra uzun bir süre öylece kalakalmıştım. Haklıydı. Bir çok insan için sadece yardım kapısı olmuştum. Acı içindeyken onlara rahatlık sunmuştum, acıyı unutabilecekleri bir kapı. Onlara tavsiyeler sunmuştum, nereye gideceklerini bilmezlerken. Onlar için günlerimi bilgisayar başında ya da yanlarında harcamıştım. Onlar için sevgililerimle, sevdiğim insanlarla irtibatı azaltmıştım.
     
     Sonra karanlıktan çıkılınca, hatırlanmaya biri oldum.
     
     Bu yıllarca devam etti. Sürekli, sebepsiz yere insanlara yardım etmek için bir dürtü; sonunun nasıl olacağı ne kadar belli olursa olsun.
     
     Tüm onca acı, keder, karanlık... Kendi ışığımdan onlara bir parça verircesine... Ve sonra da unutulmak... Bunların bir insana neler yapabileceğini bilir misiniz?
     
     Ya insanlara yardım etmek için ya da kendi kendime ait olduğu için yıllarca karanlıkta yaşayan bir insan oldum. Çoğu Luciferian da öyledir. Yıllarını karanlıkta yaşarlar. İçindeki iblis diye tarif edebileceğim yanlarını keşfederler. İnsanlara yardım ederken ise melek diyebileceğimiz yanlarını bulurlar.
     
     İnsanlara bakarlar ve bu sefer de hayvansal yanlarını, duygularını ve acılarını keşfederler.
     
     Ben bir Luciferian'ım. Karanlıkta yürürüm, insanların asla dönüp bakmayacakları yerlere göz atarım. Dibi karanlık kuyulara inerim. Soğuk ormanlara girer ve yolcular için ateş yakar, tehlikeli hayvanları uzaklaştırırım. İnsanların rüyalarına girer ve onlara canavarlarıyla savaşmaları için cesaret veririm.
     
     Ve bütün bunlar için aldığım tek teşekkür unutulmak olur.
     
     İşte ben buyum; bir Luciferian.

                                                                                                       Enis Berkay Mert

Yürüyorum

Yürüyorum kalabalık bir caddede,
Gözlerim yerde, ellerim ceplerimde.
Yavaş adımlarla ilerliyorum.
Sanki isteksizce gidiyorum gibi,
Nereye gittiğimi bilmediğim yere.

İnsanlar su gibi akıyor etrafımdan.
Acaba nereye gidiyorlar böyle?
Çok önemli işleri mi var hepsinin?
Hiç durup bakarlar mı etraflarına?

Ben yalnız bir insanım.
Görseler, yalnız olur muydum?
Unutur muydum her şeyi?
Ruhumdaki boşluk dolar mıydı?

Yara aldım ve acı çektim önceden
Şimdi ise yüzümü yalayan rüzgar
Ve hatta denizin tuzlu kokusu bile
Canımı yakıyor.

Kimse görmüyor beni, fark etmiyor.
Çarptığım insanlar bile dönüp bakmıyor.
Anlam veremiyor, önemsemiyor.
Sanki hiç var olmamışım.

Bir zamanlar, daha yolun başındayken,
Dostlarımla dolup taşardı bu yol.
Bitti, kimse yok artık etrafımda.
Her yüz bana yabancı, anlamsız,

Yine de yol ışıl ışıl! Renkli ve canlı
Ne garip bu ışıkları benimsemiyor olmam.
Yaşamın etrafında dokunmadan döndüğü
Bir hayaletim sanki.

Düşünmeden edemiyorum,
Ne zaman öldü arkadaşlarım?
Ne zaman kayboldular?
Acaba sadece benden mi kaçtılar?

Bilmiyorum.... Sadece yürüyorum.
Başka ne yapabilirim ki?
İnsanlar ve hayat etrafımdan akıp gidiyor
Bana dokunmadan, beni hissetmeden.

Yine de ellerimi uzatıyorum
Sonra da unutuluyor
Tekrar hayalet oluyorum
Ve tekrar tekrar ölüyorum

Ve yürümeye devam ediyorum.
Arkama bakmadan
Asla unutmadan...

Başka ne yapabilirim ki?

                                                                    Enis Berkay Mert

Yalnızım

Tamamen yalnızım.
Ayağımın altında titreyen toprak,
Ve ağaçlar ve de gökyüzü,
Hepsi gitmiş.

Artık yalnızım.
Tamamen yalnızım.

Şimdi rüzgar canımı acıtıyor.
Ve dünya gri olmuş.
Ben ise burada yalnızım.
Beni göremiyor, beni görmüyor.

                                                   (Doctor Who - Season 8 Episode 1)

Sonsuzluktan Uzanan Eller

Dans ediyorum sanki bir rüyada!
Ayaklarım ritmik bir şekilde,
Bir orada bir burada.
Karşımdakinin bir aynasıyım adeta!
Sanki benim O karşımdaki, bana bakan
Elinde bir kılıç, gözünde nefret, çehresinde ölüm.

Niye kendimi öldürüyorum?
Neden nefret ediyorum kendimden bu kadar?
Ne yaptım böyle de saplıyorum kendime
Kederin acı dolu gümüş bıçağını?
Bilmiyorum ama bilseydim eğer...
Bilmek ister miydim?

Bir zamanlar sadece sevgi ve merak doluydum.
Kıskançtım da, biraz bencil ve öfkeli;
Tıpkı her küçük çocuk gibi.
Kim öğretti bana insanlardan nefret etmeyi?
Ne zaman öğrendim?
Ve neden öğrendim?

Peki bana nefreti öğretenden nefret etmeli mi?
Edersem benimle gurur duyar mı, sever mi beni?
Bana nefreti öğreteni seversem peki,
Benden utanır mı, nefret eder mi?
Sırtını döner bana ve mutlu olur muyum?
Sayısız olasılıklar içindeyim ve hepsi de aynı.

Ne güzel bir ironidir, değil mi?
Nefreti seversen nefret edenlerden olursun
Nefretten nefret edersen yine aynısı.
Çıkmaz, bitmez, ucu bucağı görülmez bir yol.
Kurtuluş var mıdır peki,
Bu dans edercesine yaşadığım rüyada?

Bana nefreti öğreten yine benim aslında.
Kendimden nefret ediyorum özümde bir yerde.
Bu o kadar acıydı ki ayırdım onu kendimden,
Bir beden verdim ona, eline de kılıç;
Dans ediyorum sonu gelmez bir düelloda.
Kazansam da, kaybetsem de yenileceğim.

Bir çıkışı var mı bu kısır döngünün?
Bitmek tükenmek bilmez nefretin?
Ne zaman sevgi dolu olacağım, mutlu olacağım?
Neden sevginin ve mutluluğun kısır döngüsü yok?
Neden lanetledik sevgiyi, anlayışı?
Benimsemeyi, kabullenişi?

Bir gün gelecek bir cevap bulacağım.
Mutlu olacağım, huzurlu ve rahat.
O gün gelecek ve paylaşacağım biri de olacak.
Nefretimden kurtulamayacağım belki,
Ancak onun esiri olmayacağım.
Seveceğim gönlümce, göreceğim de...

Sonsuzluktan bana uzanan elleri...

                                                                    Enis Berkay Mert

Because You Are My World

I've lost who I am, who I was once.
Time was flowing like water licking the sand
And yet a piece of me stayed by my side
Like a wet sand soon to be dry.

What am I? What am I suppose to be?
Is there anyone who can answer for me?
I'd been praying for it for long,
Even before I was born.
Still in doubt that even a glimpse of answer...
An answer might come to me!

Where? Where do I belong?
A palace? A favela? A forest? Ocean?
Just like to be the wind, I wanted to be.
Belonging nowhere and everywhere
At the same time.
Winding to the face whom I love...
Winding to the face of a smiling child...
And in the hair of an old sad man...
I wish I was the wind... Yet, I'm not.
Maybe one day, I might be.

I may even be tree
On the peak of a mountain.
So I can welcome the sun
And farewell when it's gone.
Not just like being in the nature
But becoming with nature as one.

Would I be happy then?
I have no idea.
I wish I had.

Lots of things I want to be, once wanted to be.
Lots of places I yearn for, once dreamed about.
But I am here with you and only with you.
And now, all the world belongs to me!
All the places I yearn for...
All the smiles I want to touch...
And all the sadness I want to share...

I reach out for you and I have them all!

Because you are my world and...

I love my world.
         
                                                                              Enis Berkay Mert

Histerik Kahkalarla Dolu Gözyaşları

     İlk kez kafamda ne yazacağıma dair hiç bir fikrim yok. Hiç bir planım yok. Hiç bir şeyim yok. Sadece bilgisayar başında oturmuş, ekrana bakmaktayım. Bakalım içimden neler çıkacak...
     İki şişe şarap içtim. Gerçi bir tane içtim ve 2 demek hoşuma gidiyor ama bunu bilemezsiniz, değil mi? Yalan söylediğimi bilemezsiniz.
     Burada bir çok yazımı paylaştım. Bir çok şiir paylaştım, hatta birkaç şiir de bana ait. Duygularım, düşüncelerim, hislerim, acılarım, kederlerim, mutluluklarım, melankolim... O kadar şey yazdım ve paylaştım ama yalan söyleyip söylemediğimi bilemezsiniz. O zaman beni tanıdığınızı iddia edebilir misiniz?
     Ya da umrunuzda olur mu?
     Bilmiyorum. Bu güne kadar hep insanları anlayan, dinleyen ve dışlanan ben oldum. Hiç dinlenmedim. Kimse fikirlerimi, hislerimi umursamadı, sormadı. Benim ilgilendiğim kadar ilgilenmedi kimse benimle.
     Önemli mi? Hayır.
     Ben insanları sevdiğim için yardım etmedim, onları anlamadım, dinlemedim. Yardım etmiş olduğum çok çok az insanı sevdim ben. 1-2 sefer aşık da oldum, itiraf etmem gerekirse. Ancak asla büyük bir hikaye olmadı. Eğer hafızam o kadar iyi olmasaydı ve o kadar acı ve hüzün çekmemiş olsaydım, hatırlamazdım bile.
     Peki niye yardım ettim? Çünkü kendim acı çektim. Bir yerde acı çeken insanların diğer insanlara karşı daha nazik, daha yardımsever ve daha merhametli, yardımcı olduğunu okumuştum. Bunu bilemem, zira kimse için özellikle nazik ya da yardımsever olmaya çalışmadım. Belki yine de öyle oldum ya da olmayıp sadece kendimi kandırdım.
     Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bundan memnun kalmadığım.
     Ancak...
     Yakın zaman içinde bir kıza aşık oldum. Sadece 20 gündür tanıyıp konuştuğum bir kız. Sadece 20 gün... İnanılmaz, değil mi? Bir o kadar da saçma geliyor kulağa. Ancak öyle, gerçekten de aşık oldum.
     Yıllardır hissetmediğim kadar acı çektirmeyi başarabildi bana. Ve mutlu etmeyi de başardı. Telefonda her "Seni seviyorum." dediğinde bunu söyleyen dudaklarının hareketlerini görebiliyordum ve mutlu oluyordum. Onunla konuşurken huzurluydum, rahat ve sakindim. Hayatımda kimseyle böylesi bir uyum sağlamamıştım.
     Hani ruh ikizi senin aynındır ama ruh eşin seni tamamlayandır derler ya, işte o beni tamamlayan biriydi.
     Dün akşam bir ritüel çalışmamda kendimden geçip farkında olmadan bastırdığım duyguları dışa vurdum. Bir evresinde gülmeye başladım. Güldüm, güldüm, güldüm ve gülerken ağlamaya başladım. İşte o zaman bu kızı gerçekten sevdiğimi anladım.
     Çünkü yıllardır, gerçekten yıllardır, kimse için böyle ağlamamıştım.

Demons Run

Demons run when a good man goes to war
Night will fall and drown in sun 
When a good man goes to war
Friendship dies and true love lies


Night will fall and the dark will rise
When a good man goes to war
Demons run but count the cost
The battles won but the child is lost 

Gitme O Güzel Geceye

Gitme o güzel geceye tatlılıkla 
İhtiyarlık yanmalı ve saçmalamalı gün kapandığında; 
Öfkelen, öfkelen ışığın ölmesinin karşısında. 

Akıllı adamlar, bilmelerine rağmen karanlık uygundur sonlarında, 
Sözleri şimşek çaktırmamış olduğu için onlar 
Gitmezler o güzel geceye tatlılıkla. 

İyi insanlar, son defa ellerini sallarlar, bağırarak ne kadar parlak 
Dans edebileceğini güçsüz eylemlerinin yeşil bir koyda, 
Öfkelenirler, öfkelenirler ışığın ölmesinin karşısında. 

Vahşi insanlar güneşi uçarken yakalamış olan, 
Ve öğrenen, çok geç, yas tuttuklarını ona yolunda, 
Gitmezler o güzel geceye tatlılıkla. 

Ağır hastalar, ölüme yakın, körleştiren görme gücüyle gören 
Kör gözlerin gök taşları gibi alevlendiğini ve şen olmasını, 
Öfkelenirler, öfkelenirler ışığın ölmesinin karşısında. 

Ve sen, benim babam, orada hüzünlü dorukta, 
Yalvarırım, lanet et, hayırdua et bana şimdi acımasız göz yaşlarınla. 
Gitme o güzel geceye tatlılıkla. 
Öfkelen, öfkelen ışığın ölmesinin karşısında. 


                                                                                                 Dylan Thomas

Ne Hissediyorum?

Ne hissediyorum?

Bilmiyorum.

Bir insanın ne hissettiğini bilmemesi ne demektir, bilir misiniz? Duygularını düşüncelerinde yaşamak... Kaygıyı, endişeyi, merakı, hüznü... Saçma, değil mi? 

Bunları düşüncelerde de olsa hissedebiliyorken nasıl oluyor da ne hissettiğimi gerçekten bilemiyorum? Söyleyeyim. Hissettiklerim koca bir okyanus iken kıyıya vuran çöpler gibidir hisleri düşüncelerde yaşamak. Sadece hissettiğinizin farkına varıyorsunuz. Sanki biri size uyuşturucu vermiş, vücudunuzda hormonlar savaş verirken sadece yüzeye vuran ufak şeyleri fark ediyorsunuz.  

Yıllar boyunca bir çok kıza aşık oldum. Bir çok kızdan hoşlandım ve bir çok kızı sevdim. İnsanları dost edindim. Onları benimsedim, hatta her zaman affettim. Nefret de ettim gerçi ama hep arkamda bıraktım. Neden mi? Çünkü intikam alacak gücüm yoktu. Gücüm olsaydı da alır mıydım bilmiyorum. Bilirsiniz, intikam alındıktan sonraki boşluk anlatılır hep hikayelerde. Bu yüzden kibirli şekilde bilgece davranarak intikam almadım. Almayı aklımın ucuna bile gelmeden kovdum. Belki de alamazdım, biliyorum ama bunu düşünmeyi bile reddettim. Sırf o intikamın bana bir şey katmayacağını söyleyip durduklarından. Lakin ben o boşluğu intikam almamışken bile yaşamak zorunda kaldım.

Bir zamanlar sevdiğim, sonra nefret ettiğim insanların nasıl da mutlu olduklarını gördüm. Beni unuttuklarını... Onlar için yaptıklarımı arkalarında bıraktıklarını ve üzerinde bir kere bile düşünmediklerini... Hatta özür bile dilemediklerini!

Öfkemden tüm hayatlarını elime alıp, buruşturup yırtmak ve parçalamak istiyordum! O okyanusta fırtınalar kopuyor işte. O kadar ki sadece kıyısında oturduğum halde beni huşu içinde bırakıyor. Kendi öfkem beni korkutuyor. Sadece kıyısındayken bile bu kadar yoğun hissedebiliyorsam, tüm benliğimle hissettiğimde ne olurdu?

Bir insanın kendisinden korkması ne demek, bilir misiniz?

Belki bu yüzden intikam almak istemiyorumdur. İyi bir insan olduğumdan değil, prensip sahibi olduğumdan ya da bana böyle öğretildiğinden de değil; sadece korktuğumdan.

İntikam almak isteyemiyorum. İstemeli miyim? Evet. İstemeliyim ama o kadar çok zaman oldu ki böyle olalı... Bir korkak olalı... 

Şuan Fikret Kızılok dinliyorum. Ardarda ve rasgele. Yatağımda uzanıp tavana bakarak dinledim bir ara hatta. Birden o okyanus bana ulaşamayacağım bir şey değilmiş gibi gelmeye başladı. Sadece nefret ve öfke değil, özlemini duyduğum sevgiyi.

Nefret ve öfke dolu olmamın sebebinin unutulmak olmadığını anladım işte. İnsanların beni unutup silmesi zerre umurumda değil. Onları bir daha hayatımın mutlu veya mutsuz evrelerinde görmek istemiyorum. Onların acılarına bakıp tatminle boşalacak da değilim. Ancak o insanları gördükçe duyduğum öfke...

Yıllar boyu hissetmekten nefret ettirildim. Kasıtsız olarak belki, emin değilim. Sevdiğim, beraber mutlu zamanlar geçirdiğim sevgililerim bile o mutlu ve güzel anları kirletecek sayısız çirkin şey yaptılar. Belki de mutlu olmaktan korkuyorumdur. Sonunun boka saracağını bildiğim için.

Bu adil mi?  İnsanları, onlar için sabaha kadar uyumayacağım ölçüde endişelenecek ve onlar için yüreğim titreyecek kadar umursadığım için mi kullanılmayı, sonra da unutulup bir köşeye atılmayı hak ediyorum?

Belki de... Zira insanlara hak ettiğinden daha fazla değer verdiğimi biliyorum. Sırf onlardan hoşlanıyorum diye.

Yani evet, intikam almalıyım. Bana yapılan şeylerin karşılığını, bana yapılanların şiddetiyle eş ölçüde geri yansıtmalıyım. Onların da mutsuz olduğunu görmeliyim, en az beni mutsuz ettikleri kadar. Ve bunu tatmin olduğum için yapmamalıyım. Onların acı çekmeleri beni memnun etmezdi. Ancak bana ne yaptığını anlamaları... Beni gerçekten tatmin edecek olan bu olurdu işte. Ve bir daha bunu yapamayacak olmaları.

O okyanustan bu yüzden hem nefret ediyor hem de onu bu kadar çok seviyorum işte. Belki de hislerimi okyanusa atmamın sebebi de budur.

Çünkü okyanusun dibi karanlık ve soğuktur. Karanlık ve soğukta canavarların yaşadığını herkes bilir.


Hayaller



Hayal kurar mısınız? Gece yatağa girdiğinizde ve uyumadan hemen önce; gözlerinizi kapatıp kendinizi farklı sıfatlarda, farklı ortamlarda ve hatta farklı diyarlarda hayal etmeniz ne kadar sıktır?

Her insan hayal kurar, hayal gücünden en yoksun insan bile kendisini içinde olduğu durumdan farklı ve daha iyi yerlerde görmek ister. O yerlere ulaşamayacağını söylüyor olsa bile mantığı, ulaşamayacağı yerleri hayal etmiştir mutlaka.

Ancak benim size anlatmak istediğim bambaşka bir şey. Hayal ve mantık arasındaki denge hakkında düşüncelerimi aktarmak istiyorum, çünkü günümüzde kaybettiğimiz önemli birçok şeyin özünde hayal gücünün eksikliği yattığını düşünüyorum.

Örneğin empati kuramıyoruz yeteri kadar. Kendimizi karşımızdaki insanın yerine koyup onun acısını, mutluluğunu, endişelerini anlayamıyoruz. Sevgililerimizi anlayamıyoruz, onların aslında ne istediğini veya ne hissettiğini kavrayamıyoruz. Çünkü hayal edemiyoruz. Kendimizi o kadar kutuplaştırmışız ki asla bizi tamamlayan zıt kutbumuzun yerine koymayı aklımızın ucundan geçirmiyoruz ve belki, bu yüzden de, ilişkilerimizde hep bencil olmaya meylediyor ve karşımızdakinin bencilliğini suçlayıp kendimizinkini görmezden geliyoruz ki burada kastettiğim sadece sevgi ilişkisi değil, tüm dostluk ilişkileri için.

Hayal gücünün eksikliğinin empati eksikliği dışında verdiği başka zararlar da var. Mesela yaratıcı olamıyoruz; bir müzik yaparken, bir hikâye yazarken, bir söylev verirken veya aklınıza gelen benzer herhangi bir şeyde sürekli alıntı veya benzerlik yapmış buluruz kendimizi. Müzik yaparken Bach veya Mozart gibi dünya klasiği olmuş bir sanatçı olamıyoruz, bir roman yazarken Ernest Hemingway veya Tolkien eserleri kalitesinde olmuyor yazılarımız. Hatta Charlie Chaplin’in “The Great Dictator” adlı filmindeki ünlü söyleve eşdeğerde bir konuşma dinlediğimi hatırlamıyorum ben.

Peki, nedir eksik olan? Neden bugün verilen eserler, bundan yüzyıl öncesi ile eşdeğer görülmez? Eh, bunca paragrafta söyledim; hayal gücünün eksikliği.

Peki, neden eksik, hiç düşündünüz mü? Çünkü hayal gücüne değer vermiyoruz artık. Hayaller her zaman gerçeklerle boğuluyor, imkânsızlıkları haykırılıyor, gücü emiliyor ve bir köşeye içi boş bir şekilde bırakılıyor. ‘Hayalperest’ sıfatı olumsuz bir anlama sahipmiş gibi kullanılıyor, hayal kurmamız istenmiyor ve beklenmiyor. Asıl komik olanı ise ‘hayalperest’ kelimesini olumsuz anlamda kullanıp hayal kurmamızı istemeyen insanlar bütün bunlara sabırla göğüs gerip hayalini gerçekleştirmiş bir insanı ise alkışlıyor.

Yine de hayallerimizi gerçekleştirmek için planlar kuruyoruz, gerekli sıfatlara sahip olmaya çalışıyoruz amatörce. Saklıyoruz belki de hayallerimizi, gizli saklı köşelerde sarılıyoruz onlara. Veya açık açık savaşıyoruz onlar için.

Kafanızda canlandı mı peki, hayallerinizi gerçekleştirmek için yaptığınız tüm çabalar ve fedakârlıklar? Tüm uğraşlarınız, sıkıntılarınız?

Kim bilir, belki de düşüncelerinizi ve hayallerinizi sanat yolu ile anlatmak istediniz. Müzikle, şiirlerle, romanlarla bilginizi, gözlemlerinizi ve güzelliklerinizi insanlara aktarmayı ve onlarla paylaşmayı arzu ettiniz. Ancak geçim derdi engel olmuş olabilir mi? Vakit ayıramadığınız için bunlarla uğraşmak istemediniz belki de?

Kim bilir, belki de saçma sapan geldi size kendi hayaliniz ve vazgeçtiniz. Belki dünyayı değiştirmek istediniz, dünyadaki bütün insanların birlikte ve uyum içinde yaşadığı bir dünya hayal ettiniz. Savaşların olabildiğince az ve onurluca olduğu, ırk ayrımının en ufak halinin bile olmadığı, nefretin sadece bireyselde kısıtlı kaldığı barış dolu bir dünya.

Ama bir insan tek başına ne yapabilir ki? Hadi, tarihte örnekleri olduğu için bir ülkeyi değiştirebileceğinizi varsayalım. Bir ülkeyi değiştirerek çevresindeki ülkeleri de değiştirebildiniz diyelim ama bütün dünya?

İmkânsız elbette, değil mi? Dünyayı değiştirmek…

En yakın arkadaşınıza anlatsanız dalga geçer. Sevgilinize anlatsanız sizi kırmak istemediği için bir şey söylemez ama bakışlarında, gözlerinde görürsünüz size acıdığını. Ailenize söyleseniz imkânsız hayallerinizi, size düzgün bir gelir elde ettikten sonra ne yapacaksak yapmakta özgür olduğumuzu söylerler ilk olarak ama siz de bilirsiniz ki gününüzün ve haftanızın çoğunu alan, sizi yoran bir düzene girdikten sonra hayaller sadece geçmişinizde kalır. Uzak, ölü ve pişmanlıkla, esefle hatırladığınız bir mazi bırakır size; dönüp her baktığınızda içinizi yakar ama bunu dahi reddedersiniz.

Bu yanlış! Hayallerdir bize gerçeklere inat yürüme cesareti veren, fark yaratmamızı sağlayan. Amaçlardır aslında hayallerimiz, acılardan başımızı kaldıran ve nefes aldıran.

Neden bırakıyoruz? Bahaneler değil aklınızda canlandırmak istediğim, neden pes ettiğimiz.

Dayatmalar, toplum gerçekleri her yeri işgal etmiş; aklımızın en ücra köşelerine sığınmıştır hayallerimiz. Öyle bir sistem yaratılmış ki hayaller kötü olmuş, hayatımızı sefalet içinde geçirmemize sebep olacak kötü yaratıklar haline gelmiştir. Bizi ruhumuzu terk etmeye zorlayan, kendi kendimizi dışlamamıza sebep olan ‘hayatın gerçekleri’ olan dayatmalar, umutsuzluk ise iyi melekler.

Rol yapıyoruz sonrasında, ‘iyiyim’ diyoruz insanlara. Bunu kendimize de söylüyoruz, mutlu olduğumuza inandırıyoruz ama gerçekten öyle miyiz de dönüp bakmıyoruz bile kendimize.

Neden izin verdik bunlara? Neden izin verdik hayallerin ve farklılıkların katledilmesine? Neden sustuk ve neden sustuğumuz için ağladık sonrasında, içten içe? Ne için aldattık kendimizi, ne ile kandırıldık?

Oynamamız gereken rol gereği mutlu mu olmamız gerekiyordu? Oynamasak dışlanacak ve yalnız mı kalacaktık, özellikle de bunun için kendimizden utanırken?

Peki, şimdi ne oldu? Hangimiz hayallerimizden vazgeçmemize sebep olanlarla birlikte hala? Kaçımız bundan yıllar sonra hala o insanlarla beraber olacak?

Bize yaşamak ve dünyayı daha da güzel, özgün kılmamıza yardım edecek hayallerimizi sakladık, öldürdük ve gömdük. Ardından ağıt yaktık. Hayallerini gerçekleştirenleri ise alkışladık ve içten içe kıskandık da.

Ama zamanında hayallerimize engel olan insanlardan birine dönüştüğümüzü fark etmedik. Hani şu hayallerini; her şeye sabırla göğüs gerip gerçekleştirmiş bir insanı ise alkışlayan, hayalperest sıfatını olumsuz anlamda kullanıp hayal kurmamızı istemeyen insanlar.

Her şeyden özetle; bütün bunlara hiç gerek olmazdı, eğer hayallerimize sahip çıkacak cesarete sahip olabilseydik.

Neden bir insan tek başına dünyayı değiştiremesin? Neden bir insan bugüne kadar düşünülmemiş bir şeyi düşünemesin, yaratılmamış bir şeyi yaratamasın?

Sınırlarınızı açın ve imkânsızlıkları boş verip, deneyin. Zira yapamayacağınız hiçbir şey yok, hayal edebildiğiniz sürece. Hayaller ve gerçekler birbirinden çok uzak şeyler değildir çünkü. Birinin varlığı, diğerini onurlandırır. Biri olmazsa, diğeri yozlaşır ve bozulur.

Ayağa kalkın, zira ayağa kalkacağınız gün uyanacağınız gün olacaktır. Hayalleriniz gerçek olmaya daha da yaklaşacak ve gerçeklerle birleşecektir.

Ve yepyeni, sınırları daha da zorlayan imkânsız hayalleri gerçekleştirmek için çalışacaksınız. Çünkü bir imkânsızı zaten başarmışsınızdır.

Ve unutmayın, eğer bu hayallerinizi elinizden alırsam sizden geriye tortudan ve boş bir kabuktan başka bir şey kalmaz.

Bir ölüden hiçbir farkınız kalmaz, eğer ki hayallerinizi öldürür ve derinlere gömerseniz.

İyilik mi, İnsanlık mı?



İyilik nedir sizce? Nasıl tanımlarsınız? Ne yaptığınızda kendinizi ‘iyi’ bir insan olarak addedersiniz? Kıstaslarınız nelerdir?

İyilik denince insanın aklına önce zıttı olan ‘Kötülük’ gelir. Filozoflar genelde iyiliği tanımlarken bu iki olguyu birlikte değerlendirirler. Çünkü bir şeyin en iyi, o şeyin zıttıyla tanımlanabileceğini düşünürler. Katılmıyor değilim aslında, ancak bu düşüncenin kapsamadığı alanlar da var diye düşünmekteyim.

Örneğin Farabi’ye göre saf iyilik Allah’tır. İbn-i Sina’ya göre ise iyi, varlığın olgunluğu; kötü, olgunluğun olmamasıdır ve bunun da ucu bir şekilde Allah’a dokunur. Tabi epey ayrıntısı var ancak İbn-i Sina değil bu yazının konusu. Benzer şekilde Leibniz’e göre de iyi ve mükemmel olan Tanrı’dır. Tanrı da varlıkları yarattığı için, yani bizleri, onlar da iyidir. Kötülük ise iyiliğin parlaması ve açığa çıkması için vardır sadece. Şahsen iyi ve kötünün Tanrı kaynaklı olması fikri beni pek bir rahatsız ediyor, özgür iradeyi yönlendirip manipüle ediyor.

Bu düşünürlerden sonra Hegel, Schopenhauer, Kierkegard ve Nietzsche gibi düşünürler konunun tersinden, yani zıttından giderek önce kötüyü, sonra da kötüye bağlı olarak iyiliği tanımlamaya kalktılar. Tabi yine bol bol ayrıntı ve farklar var.

Benim asıl merak ettiğim ise iyilik kavramının, insanlık kavramının neden vazgeçilmez bir yanı olduğu. İnsanlık dediğimizde nedense büyük ve göz kamaştırıcı iyilikler, fedakarlıklar, sevgi, güzellik, bahar ve açan çiçekler gibi şeyleri düşünürüz. Gülümseyerek verilen bir baş selamı, samimi ve içten bir sarılma, sıkıntılı bir günde bir dostun yanında olmak gibi şeyler içerir insanlık; felaketlerde uzatılan yardım elleri, kötülüğe karşı birlik ve beraberlik...

İyilik... Kötülük... Nedir bu insanlık dediğimiz kavram?

İnsanlık, kendinden sonraki nesle kendinden öncekilerinin hikayelerini anlatabilmeye başladığından beri tanımlanmaya maruz kalmıştır. Yazının, dilin ve ateş çevresinde otururken anlatılan hikayelerin keşfinden beri olmuştur belki de. Kim bilir ondan çok öncesinden beri insanlık kendi tanımlamaya başlamıştı hatta. Lakin insanlık tanımlanırken en temel öğe nedense hep iyilik olmuştur. Bu ise benim hep aklımı karıştırmıştır.

Kötülük yapanlar da insan değil midir? Onlar da bize iyiliği öğreten aynı kültürden, öğretilerden ve terbiyeden geçmemişler midir?

Tamam, pekala. Biraz erken girdim konuya. O zaman şuradan devam edelim, daha doğrusu geri dönelim. İyilik nedir? ‘Kendisine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma’ adlı altın kuralı temel alan bir kavram mıdır? Yoksa kendinden başkalarının faydasını ve çıkarını düşünmek midir, özellikle de kendinden zayıf olanların? Din midir, bize ahlak konusunda katı kurallar sunup sınırlarımızı çizen? Toplumun bize verdiği gelenek ve göreneklerin öğretileri midir? Nedir bu iyilik ve insanlık ve de birbiriyle olan ilişkisi?

Ben iyiliğin olduğu kadar kötülüğün de insan olmanın, yani insanlığın bir parçası olduğuna inanırım. Yani, her ne kadar hoşnut olmasam da, Hitler de bir insandı ve insanlığın bir ürünüydü. Üstelik vejeteryan bir ressamdı kendisi, biliyor muydunuz? Stalin de öyleydi, Mussolini, Osmanlı padişahları, İngiliz monarşisi, Fransız İhtilali’ni yapanlar, Amerika’yı suçlular için sürgün yeri kabul eden Avrupa ve oraya giden insanların kızılderilileri vebalı battaniyelerle katledenler... Her biri insandı ve insanlığın ortaya koyduğu ürünlerdi.

Ortaya çıkan yıkımlar, katliamlar, soykırımlar, cinayetler, suçlar... Bunlar da biz insanların ortaya çıkardığı eserler değil midir? Doğada insandan başka kaç varlık bunları yapmıştır? Hiç yemeyeceği geyiği öldüren bir aslan gördünüz mü mesela? Ben görmedim ama belki de belgeselciler bizi kandırıyordur kim bilir, değil mi?

Doğada iyilik ya da kötülük yoktur. Doğa iyi ya da kötü tanımaz. Denge ve dengesizlik vardır sadece. Doğa, dengesizlik karşısında bizim kötü olarak nitelendireceğimiz davranışları tereddütsüz sergiler. Çünkü iyilik ve kötülük bizim kendi kendimize yarattığımız olgulardır. Zira o kadar iğrenç eserler sunmuşuzdur doğaya ve evrene, sonra da bunları aşmakta o kadar zorlanmışızdır ki insanlık kavramını yeniden şekillendirmişizdir. Kendimizi insan addedip, hoşlanmadığımız şeyleri yapanları insan olarak kabul etmeyip ortadaki sorundan ve yanlıştan üzerimize düşen sorumluluğu üstlenmemişizdir.

Hani bir söz vardı kızılderililerin: “Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları. Kimin kimi yiyeceğini suyun akışı belirler.” diye. Bu olayların sıralamasını ve doğaya hükmedemediğimiz gerçeğini anlatmaktan ziyade bir şey daha anlatır. Bu da doğada iyilik ve kötülük olmadığı, sadece dengeyi etkileyen ve tetikleyen değişimlerin olduğudur.

Yani doğanın özünde iyilik ya da kötülük yok. İnsanın içinde sadece iyilik varsa, kötülük nereden geliyor?

Hani bir yazar vardı ya, sustuklarımızdan da sorumlu olduğumuzu söylerdi hani? Bence ‘İnsanlık’ dediğimizde, sorumlu olmadığımız şeylerden de sorumlu oluruz aslında. Dünyanın öbür ucunda bir cinayet işlendiğinde eğer bundan rahatsız olmuyorsak, hani fikirsel olarak değil ama içten ve ağlayacak kadar üzülmüyorsak, o vakit biz de o cinayetten bir parça suç alırız. Çünkü onaylamasak bile reddetmiyoruzdur o cinayeti. Basitçe bizi ilgilendirmiyordur.

Ben buna ‘Karanlık’ derim. İnsanlar karanlıktan korkarlar. Ölüm gibidir karanlık, içine girene ya da ışık tutana kadar içinde ne tür dehşetler veya güzellikler barındırdığını ya da sakladığını bilemeyiz. İnsanlığın özündeki karanlık budur işte:

Bilinmezliğimizdir, karanlığa gömdüğümüz ve bir daha da bakmak istemediğimiz şeydir insanlığımız. Kötülediğimiz ve utandığımız şeylerin aslında bizim özümüzde de olduğu gerçeğini görmek istemeyişimizdir.

Güneş'ten Kaçarak...

Doğan güneşten bile kaçar oldum zamanla. Çocukken kâbuslarla uyandığım zaman karanlıkları delen güneş adeta kurtarıcımken, artık hüzünle izlediğim ve arkamı dönüp karanlığa kaçtığım bir alev topunun ötesinde bir şey değil artık benim için. Gecenin ruhumu kaplayan, bedenimi sarmalayan Karanlığından kalma gözlerimi acıttığı, yorulmuş zayıf bedenimi yakan güneşe lanetler olsun!

Hiç doğmamasını sağlayabilseydim... Eğer imkânım olsa ve onu sonsuza kadar öldürebilsem... Elimden gelse... Yapar mıydım? Her şeye rağmen, insanlığa rağmen, gözyaşlarına rağmen...

Cevabını veremiyorum, dilerim öyle bir kudret ruhumu bulmasın.

Her şey ne kadar garip geliyor bir anda? Hiç bir kenara oturup insanları izlediniz mi? Onların gereksiz ve önemsiz mücadelelerini? Medeniyet düzenine rağmen hüküm süren kaosu hissettiniz mi? Karmaşayı, çılgınlığı hissettiniz mi onları izleyip? Peki, hiç izlemeye mahkûm oldunuz mu?

İşte benim dünyadaki cezam bu! Onların önemsiz koşuşturmalarını izlemek zorundayım. Ömrüm boyunca, sonu gelmeyen ömrüm boyunca... Asla içtenlikle katılamayacağımı, kendimi kaptıramayacağımı bilerek.

Sonu gelmeyecek mi hiç? Cezam bitmeyecek mi hiç? Merhamet bana yüzünü göstermeyecek mi?

Yüreğime işkence eden karanlığa nasıl karşı koyabilirdim? Artık güneşin batışı gecenin karanlığını selamlıyordu... Güneşin ve gecenin tüm keskin sükûneti benim bedenimi biçerken çığlıklarımı kim duydu? Gözyaşlarımı kim sildi? Bilemiyorum. Zamanla kuruyormuş, yaralar kabuk bağlıyormuş ama yüreğimin yarası çok derin.

Çoğu kez ölümü düşünerek uyandım sabahlara. Kim bilir kaç kez öldüm bu son dedim; hiç ölemeyeceğimi bilerek. Ve artık umursamıyorum.

Ama hiç düşünmemiştim yüreğime işkence eden karanlığı yüreğimde hapsedebileceğimi! Ruhumu yutan karanlık artık benim elimde. Doğmayacak sabahları bekledim, batmayacak dolunay için dua ettim... Korkularımla tanışmak için, tekrar korkabilmek için... Tekrar ben olabilmek için, o küçük çocuk için...

Ne bir ışık aydınlatır yolumu, ne de kibirli güneş! Benim gözlerimdeki karanlık geçmeden ne bir melek yardım edebilir bana ne de temiz bir yürek... Nemli gözler ve sessiz hıçkırıklar... Bana benden başka kimse yardım edemez.

Çığlıklar eşliğinde, güneşin loş ışığı eşliğinde, gözyaşlarım eşliğinde... Gecenin asaleti eşliğinde… Ben düştüm.

Kimse bilmedi, kimse öğrenemedi. Bir sır oldu gece ile benim aramda, bir bakış oldu hiddetli güneşle aramda, bir günah oldu kendimle kendi aramda...

Bu benim anlatılmamış hikâyem. Bunları yazdım; beni, benden sonra gelenlerin yargılaması için değil. İbret alıp korkması için de değil, acıması için hiç değil!

İnanması için.

Ne için?

Karanlığın bir meleği... İsmini bilmiyorum. Karanlığın rengini giyinmiş, başı eğik duruyor. Kanatları toprağın rengi, saçları ağarmış ve yüzünü güneşten ve bulutlarından çevirmiş. Orayı özlüyor ama oraya dönmek istemiyor.

Bir ruha eşlik ediyor, ona bildiği her şeyi yavaş yavaş anlatıyor ve gösteriyor. Ruh, öğrenmeye hevesli ve aslında Melek onun özü. Melek aslında kendi parçasını yüceltiyor. Acıyla, kanayan yaralarıyla, nefesleriyle, inancı ve fikirleriyle, öfkesiyle, sevinci ve heyecanıyla, sevgisiyle... Yaşayarak!

Melek sırları öğretirken ve ona gerektiğinde yardım ederken çok ciddi ve sabırlı, ancak neşe ile değil hüzünle... Ruh ise Melek yanındayken korku duymuyor; iblisle dövüşürken bile.

Peki daha önce Ruh'un nasıl gittiğini anlamadığı tapınaktakiler? Etrafı denizle kaplı, ufukta dağların yükseldiği, kapısına güneşin vurduğu o tapınaktakiler; kimdi onlar? Daha çok kırmızı bir pelerine benzeyen giysiler giyen ve elinde asa tutan o iki kişi? Biri keldi ve diğerinin sırtı dönüktü. Kel olan "Daha öğrenecek çok şeyin var." demişti Ruh'a. Melek bunu biliyor muydu? Yoksa o mu götürmüştü? Ruh, orada bulduğu mezarın yanındak bulduğu kılıcı hala taşıyor muydu yoksa?

Yoksa o kırmızı cüppelilerden biri melek miydi?

Ne kadar çok bilinmeyen şey vardı, ne kadar "Karanlık"! Melek ona karanlığı öğretmişti, kılıcını kullanmayı da, semboller seçmeyi de. Lakin Ruh'un istediği o güçler, heyecan verici yetenekler? Bunları öğretmeyecek miydi? Ya da öğrenmesi için Ruh'u hazırlayacak mıydı?

- Ey Karanlıktan çıkma meleğin eğittiği Ruh! Kendi çevrene az bildiğin sırları yaymak istiyorsun, çevren buna değer mi? Evet, değdiğine inanıyorsun. Başarısız olacak olsan da, denemiş olmanın gururuyla boyut değiştireceksin.

Ama buna değer mi? Bütün o curcunaya, değişimin sancılarına, tereddütlerinde cesaret vermeye değer mi? Bunu yapacakları bile kesin değilken hem de!

Medeniyet düzeninin içinde bir kaos saklı. Tebessümlerin ardına akmış gözyaşları ve masumların kanı! Ne cüretle insanların utandıklarını açığa çıkarır, insanlara görmezden gelmemelerini öğütlersin?

Her şeye rağmen Kılıç'ını, insanların kendi eliyle yarattığı sahte ışığa savurup içindeki karanlığı açığa çıkarmak mı istiyorsun Karanlık'ın Melek'inin eğittiği Karanlık'ın Şövalyesi'nin Ruh'u?

Bir şövalye gibi evet; lakin hristiyanların dünyasındaki ya da fantastik hikayelerden çıkmış olanlar gibi değil...

Kavramlarla savaşan, insanların ruhlarını görebilmek için uğraşan, zamanında yeterince bulamadığı yüce ruhları aramak yerine herhangi bir ruhu yücelterek dünyayı değiştirme hayalleri kuran, bu şekilde kolaya kaçmış olan, bunun için fedakarlıkta bulunmaktan kaçınmayacağını iddia eden, onuruna ve bütün dinlerden arı olarak inancına tutunmaya çalışan basit ve aptal bir savaşçı gibi...

Niye ifadesizce duruyorsun? Öfkelenmedin mi? Bana da acımıyor ve merhamet duymuyor musun? Benim için üzülmüyor ya da içten içe acizliğime gülmüyor musun, kendini gururlandırarak? Söyle bana, niye ifadesizce duruyor ve bir şey söylemiyorsun?

Yanlış mıyım söylesene? Defalarca yüceltmeye kalktığın onca insana ne oldu?

Biri senin anlattıklarından hiç ders almadı ve rol yapmaya devam etti. Birinde o gücü gördün, onu sevdin hatta ama yine de korkusu ile başedecek bilgiyi veremedin; bir başkası ile - yatabileceği bir başkası ile- birlikte olmak için seni terketmedi mi, yalnızlık korkusu adına? Hatta sen onun zayıflığını bilerek bunu ona sen yaptırmadın mı?

Ya en büyük yoldaşın olarak gördüğün? Senin görebildiklerini görebiliyor olmasına rağmen susmayı tercih etti, sende birazcık olsun onunki kadar akıl yok mu?

Ya o inancını sorgulayan, ezoterik sırlar adına keşfettiğini sandığın bilgilerle dalga geçen onca insan? Senin Tanrı'ya olan inancına, sevgine ve güvenine rağmen senin cehennemde yanacağın korkusunu dile getiren o küçük öğrencin? Söylesene, sürekli çekinmeden anlattığın o doğruluğu tartışılır ve dünyanın çoğunun kabul etmediği - hatta araştırmadığı ve bilmediği- bilgileri ona da anlatacak mısın? Kafasını karıştıracak ve mutlu olma hakkını ondan alacak mısın?

Ya senin verebileceğin bilgiyi görebilmesine rağmen, yaşadığı düzeni terketmek istemeyen o kız? Onun gibi sayısız insan var. Kaçını daha kaldırabilirsin? Kaçı daha seni terkettiğinde yıkılmamak için dayanmaya çalışıyor olacaksın?

Seni dinlemeye bile korkan, dinledikten sonra da küçümseyecek onca insan için kendini reklam etmeye değer mi? Bu iş bittiğinde sen yine kendi başına ve o çok sevdiğin yalnızlıkla kalacaksın, birileri senin sözlerini ve yaptıklarını öğrenmiş olacak ve özenti diyecekler... Dikkat çekmeye çalıştığı için sürekli farklı olmaya çalışan!

Ne o? Yoksa tanıdık mı geldi son söylediğim?

Hem neden başkalarının ruhu ve acısı seni bu kadar ilgilendiriyor? Birçok insan kendini bile göremez ve görebilenlerin çoğu acısına katlanamayacağı için gözlerini kapatır belki; sen katlanabildin mi? Sen kendi acını ve ruhunun taşkınlığını dindiremiyorken başkalarından nasıl beklersin? Kendininkini dindiremiyorsun ve bu yüzden başkalarınınkine bu kadar karışıyorsun değil mi? Başkalarının acısı ve bilgisi için; kenci acınası varoluşun için bir işaret, bir arayış...

Bir gözyaşı mı görüyorum? Söylesene bu kaçıncı? Gözyaşının bir tür güç olduğunu söyleyen sen, insan olduğunu gösterdiğini söylediğin gözyaşları, bu kaçıncı gözyaşın ruhundan ve gözlerinden akan? Evet; bir anlam arayışı içindesin. Her şeye bir anlam yüklemeye çalışıyorsun, günün birinde senin de anlamını ortaya çıkarır umuduyla. Niye doğrudan kendi anlamını aramıyorsun, kendi varoluşunun sebebini? Çünkü bulamayacağını biliyor ya da hissediyorsun! O anlamı bulamadan ölmek istemiyorsun, korkuyorsun ama zaman akıp gidiyor.

Her gün ruhun yaşlanıyor, acı çekiyor ama yine de gülümsemeye çalışıyorsun; sırf onlar da gülümsesin diye. Peki ya sen ağladığında kaç kişi geldi? Kaç kişi? Kaç kişi o "zehir sürülmüş gümüş hançer"in açtığı "sürekli kanayan yara"na elini bastı? Kaç kişi?!

Ah, evet biliyorum bu sembollerini. O gördüğünde heyecan duyduğun ilk insan hançeri sapladığında o acıyı ruhunda değil, gerçek olarak göğsünde hissettiğinde oradaydım.

O yarayı kapatmadın, kapatamadın belki de. Kendini kandırmak yerine acıyı kabullenerek ölmeyi tercih ettin ama bak ne oldu şimdi; o hissi çok nadiren duyabiliyorsun artık ve o heyecanı yaratabilen her nadir insan, ağlayarak da olsa, hançeri saplıyor çıktığı yere; zırhındaki tek zayıf noktaya...

Çevrenin, ailenin, toplumun, insanların ve dünyanın söyleyip yapacaklarına ve savuracağı darbelere göğüs gerebilirsin belki. Gerdin de biraz sanırsam ama o zayıf yer... Değer verdiğin insanların senden vazgeçişi, hatta onlara anlattığın ve gösterdiğin düzene geri dönmeleri... Yalnızlık korkuları... Güçlerini, hayallerini, sevgi ve hoşnutsuzluklarını saklamaları... Merhametsizlikleri, güvensizlikleri, çıkarcılıkları, amaçsız ya da önceden belirlenmiş hayatları, kendi ruhlarını gözardı etmeleri, farklı açıdan bir kere bile olsun düşünmeye çalışmamaları...

Sevgini suistimal edip, bedenlerinin ve ruhlarının suistimal edileceği insanlara ve düzene dönmeleri...

Bütün bunlara rağmen, anlatsan da ağlayarak kulaklarını kapatacaklarını bilmene rağmen? Söylesene gerçekten değer mi? Ne için bütün bu saçmalıklar, bu safsatalar?

Bütün bunları inandığın için mi yapacaksın? Senin için çok farklı bi anlamı olan Tanrı için mi?

Ne için?


______________________________________________________________________



"Ne düşteki toprak, ne de toprağa basan eylem!

Dudaklardan dökülen söz vücut bulmadan,

Sessiz ruhun içindeki şarkı başlamadan önce

Düşüncesidir insanın, Tanrı'nın onurunu ve sevgisini kazanan..."



Ben sadece şarkıma başladım... O yaranın kapanmasının ya da akmaya devam etmesinin bir önemi yok, çünkü umurumda değil. Ben diplerde sürünüp acı çekerken kimse yardım etmedi bana; "Ne bir melek ne de temiz bir yürek." Hatırlarsın. Bana sadece yollar gösterildi ve ben de yürüdüm yolları seçe seçe...

Yalnız yürüdüm, diz çöktüm yorgunluktan ve acıdan, kılıcımı savurdum öfkeyle, kimi zaman ben de rol yaptım kendimden utanarak, ağladım hem ruhumla hem de bedenimle sayısız sebep yüzünden, dayandım yıkılmamak için, utandım giden ve varolup olmadığı farketmeyecek varoluşlardan... Bıkmıştım artık ruhların karanlığından, karanlığın en derin uçurumlarını görmekten, görmeyenlerin acısını çekmekten!

Tek başıma fark yaratmaya çalışmaktan bıkmıştım; tek başıma hayatı güzel kılmaya, çirkinliklerin bile güzel olabilecek yanlarını görmeye çalışmaktan...

Nefes alarak öylece durmaya çalıştım lakin nefesim daraldı ve boğuldum. Ruhları yüceltmek tek başıma, kendimden bile yüce kılmak çok zordu ve çoğunda başarısız oldum. Çünkü kendim de yüce bir ruh değildim. Yine de o yüce ruhların bile bile kendini düzene kaptırdıklarını gördüğümde, öfkemin ve acımın haddi hesabı kalmadı!

Yine de, eğer sadece bir kişi için bile olsa, bir fark yaratabilirsem yanılmış olacaksın Ey Mahluk, Ey Yaşlı ve Bunak Koca Karı, Ey Dünya'nın ve Karanlık'ın Rezil Yönü! Eğer bir kişi için bile fark yaratabilirsem çabam boşuna olmamış olacak.
"Ne düşteki toprak, ne de toprağa basan eylem!

Dudaklardan dökülen söz vücut bulmadan,

Sessiz ruhun içindeki şarkı başlamadan önce;

Düşüncesidir insanın,

Tanrı'nın onurunu ve sevgisini kazanan..."

Döngü


Mineral olarak öldüm ve bitki oldum,

Bitki olarak öldüm ve hayvan oldum,

Hayvan olarak öldüm ve insan oldum.

Niçin korkayım?

Ölmekle ne zaman azaldım?

Yine de insan olarak bir kere daha öleceğim.

Kutsanmış Diyar'da süzülmek üzere;

Ancak Tanrılıktan bile vazgeçmeliyim.

Siste

Ne tuhaf siste yürümek,
Her çalı, her taş ıssız...
Ağaçlar, insalar görmüyor birbirini
Hepsi, hepsi de yalnız.


Hayatım apaydınlıkken henüz
Dostlarımla doluydu bu dünya
Çöktü işte şimdi sis,
Hiçbiri yok ortalıkta

Karanlığı bilmeyen,
Bilge değil, olamaz.
İnsanı ayıran herşeyden,
Karanlık; hafif, kaçınılmaz.

Siste yürümek ne kadar tuhaf!
Yalnız olmaktır yaşamak, yalnız.
Kimse kimseyi tanımaz, herkes yalnız
Herkes, hem de herkes.

Hermann Hesse
(Edited)

Nereden Gelir?

Nereden gelir bu neşe?
Arka sokağın kaldırımındaki
Yalnız bir çiçeğin neşeyle haykırması gibi
Veya kıyılarda süzülen yavru balıkların
Kendilerini doğaya ait hissetmeleri gibi
Nereden gelir bu neşe?
Bu huzur?


Alır, verir, gider ve gelir.
Hep bir kısır döngüdür hayat
Kendi kuyruğunu ısıran ejderha misali
Nereden başlayıp nerede bittiği belirsiz
Ama bir o kadar güçlü ve de bilge
Nereden gelir bu kaynaksız neşe?
Bu huzur?

Zaten ne kadar bilgeyizdir ki
Kandırırız kendimizi inceden ve gizlice
Rüzgar gibi özgür sanarız kendimizi
Rüzgara destanlar döker, ağıtlar yakar
Ancak rüzgarın da sınırları olduğunu
Göremeyiz her nedense

Yine de küçük bir çocuk gibi
Çayırlarda uçurtma uçurcasına
Rüzgarla arkadaş oluruz
Bazen rüzgar elimizden almak ister uçurtmayı
Küçük çocuklar gibi kavga ederiz
Yine de mutlu oluruz arkadaşızdır diye
Yüzümüzü yalar sadık bir hayvan gibi

Nereden gelir bunca neşe ve huzur?
Yaşadıklarımızı yaşasa, böylesine esebilir mi rüzgar?
Böylesine kaygısız ve özgürce
Dolaşabilir mi delicesine dağların arasında?
Birazcık biz olmayı tatsa rüzgar
Yağmurları ardında getirmez miydi
Ağladığını anlatabilsin diye?


Nereden gelir bu neşen?
Onca sıkıntı, onca küçük görülme
Onca dert ve azıcık nefes ve umut...
İnsan nasıl dayanabilir buna?
Dayanmayı bırak da söyle bana
İnsan nasıl senin kadar neşeli
Huzurlu ve güler yüzlü kalabilir?
Senin gibi...

Lanet!


Benim lanetim ne? Nefes almak mı, kararlarım mı ya da sadece ben mi?

Gün geçmiyor ki bir şeyler değişmesin ya da aynı kalsın. En çok önem verdiğim zamanda bile değer görmemek benim lanetim mi oldu anlamadım gitti. Değişmiyor bu, ne kadar değer versem de ne kadar anlayışlı olsam da... Neye elimi uzattıysam çürür oldu, sanki el benim elim değil de bir iblisin eli; oysa onlardan o kadar nefret ediyorum ki!

Zaman içinde birini sevmiştim, çocuk ruhlu birini. Sadece konuşması bile beni gülümseten birini.. Ancak ne oldu ona? Niye gitti, neyi bahane ederek? Düşünmeden edemiyorum, neden bir insan olabildiğince iyi olmaya çalıştığı halde bunun karşılığını alamaz hiç? Hani ne ekersek onu biçiyorduk? Niye sürekli bataklık gibi çıkıyor toprak, karşıma attığım cevap olarak? Neyi yanlış yapıyorum?

Ben gençken hayatım daha doluydu; birini sevdiğimde bu gerçekten sevgi oluyordu ve hissedebiliyordum da. Bir şeye inandığımda, o inandığım şey yüzünden çektiğim acılar ve yalnızlıklar o kadar ağır olmuyordu; hatta keyif de alıyordum sırf bunlara dayanabilecek kadar gücüm var diye. Övünüyordum kendimle. Her şey için çok çabalıyordum, hiç bir şey elde edemesem de ve bu beni yıkamıyordu. Sadece yürümeye devam ediyordum.

Ama ya şimdi? Şimdi ise bıktım bunlardan, çünkü gençken bir şey elde edemediğimde bunun bana gelecekte getirisi olacak diyordum. Lakin bu bir yalan. Getirisi filan yok!

Sanki lanet bir iblisi yaralamışım da, o da öfkeyle hayatımı berbat ediyor; karşıma çıkmaya cesaret edemeden...

Lakin en nefret ettiğim yanım, kendi iblislerim.. Ya benim iblislerim ortaya çıkarsa? Şer yanlarım? Bunca yıl yaptığım onca fedakarlığa ve çabaya rağmen elde edebildiğim ne var? Benden daha az ve daha bencil iş yapanlar benden daha ileride ve ben olmam gerekenden çok daha gerideyim; neden ama? Ektiğimizi biçeceğimizi söyleyenler, hani nerede dedikleriniz?

Ne yapmalıyım? Ben de mi şer olayım? İnsanlara zarar vereyim, küçük düşüreyim, kullanayım, acı çektirebileyim... Acaba gerçekten herkesin yaptığını yapsam; değer vermeyerek sadece ihtiyaçlarımı gidersem daha düzgün ve saygı duyulan bir yerde olur muyum?

Bir hiçten bile gerideyken, zaten batmış bir haldeyken bunu denesem ne kaybederim ki?

Çok şeyi aslında.. Eskisi kadar hissedemesem, eskisinden daha az değer verilsem de, "Ben Benim"! Hala bir şeyler başarmaya çalışan benim!

Peki buna kim inanır? Basitçe böyle söyleyip ilgi çekmeye çalışmadığımı kim iddia edebilir? Elbetteki kimse; o vakit bunu niye yazıyorum?

Bunu sizi suçlamak için yazıyorum! Bahaneler uydurmayın. Karanlığınızı kabul edin; iğrenç ve sakladığınız yanlarınızı, yalanlarınızı, umutsuzluğunuza duyduğunuz nefret yüzünden diğer insanların umutları kırmaya çalıştığınızı, bencilliğinizi, kıskançlığınızı, hasetinizi...

Bunların hepsini kabul edin ve götünüze sokun.

Sonra gidin. Sadece gidin ve yoluma daha fazla çıkmayın.

İlginç Bir Ağ Üzerime Çöken



Bir insan geçmişini neden kolayca unutamaz? Unutmak daha iyi olmaz mıydı? İlla da ders mi almamız gerek çektiğimiz acılardan?

Kimileri der ki; insan sadece acılarını hatırlar geçmişten.. Acı gerçekten de unutulmaz dersler mi verir? Uzun süren bir ilişkiden sonra bittiğinde sadece son günlerdeki tartışmalar mı hatırlanır? En başından bu yana yaşanan, yüzde küçük de olsa bir tebessüm yaratan anılar hiç mi hatırlanmaz? Yoksa hatırlanan acılar unutturur mu bunları?

Hiç hatırlamamak daha iyi değil midir? Veya neden acıların yerine mutlu anlarımızdan ders almayız? O zaman hayatta değer verdiğimiz insanları daha iyi hatırlamaz mıyız?

Neden yazıyorum peki bunları?

Çünkü bıktım. İyi niyetlerle başarmak için harcanan çabaların aşağılanmasından, değersiz bulunmasından sıkıldım. İyi olmaya çalıştıkça, yardım ettikçe, değer verdikçe nefret edilmesinden usandım artık.

Niye daha fazla sevgi yok? Daha fazla anlayış, daha fazla kabulleniş, daha fazla isyan, daha fazla denge isteği?

Ve niye bunları isteyenler aşağılanıyor? Hor görülüyor? Yaranız mı var da gocunuyorsunuz böyle insanları görmekten bile?

Gerçekten bıktım, anlıyor musunuz? İnsanların kendi hatalarını inatla görmeyi reddetmesinden ve bu reddedişi unutmak için böylesi insanlara duyduğu kasıtlı nefrete odaklanmalarından bıktım usandım artık.

Eskiden daha yüce şeylerden bahsederdim.. Ruhun yüceliğinden bahsederdim mesela... İnsanların içindeki sarsılmaz ama karartılabilen o küçük ışık... İnsan düştükçe parlardı o ışık ve yüceldikçe kararırdı.

Düşmenin getirisi, ruhun yücelmesiydi. Lakin nerede yolumu kaybettim? Ne ara farkına vardığımı bile hatırlamıyorum yoldan çıktığımın. Sanki hep bu yanlış yolda yürüyormuşum gibi ve şimdi de doğru yol neredeydi, hatırlamıyorum. Yani ben de o içi boş insanlardan oldum sanki.

Neden, biliyor musunuz?

Çünkü yoruldum artık. Onca yaşanan olaylara göğüs gerdikten sonra gerçekten mutlu olmayı özledim.

Sıradan koyunlar gibi umarsızca birini sevdiğini söyleyip, her haltı yiyip sonra biraz olsun hatırlamamayı o kadar çok isterdim ki... Sürekli insanlardan alıp hiç bir şey vermeyerek...

Neden mi? Çünkü bu daha basit! Çünkü o kadar değer verdikten sonra sizi haketmediğiniz bir şekilde aşağılamasını umursamazsınız. Acı çekmezsiniz. Kısa vadede olsa da sizin faydanıza olur. Uzun vadeli yararları beklemekten daha iyidir...

Ama yapamıyorum işte. Sadece nefes almayı çok özledim.. Nefes alabilmek isterdim.. Yine de karanlıkta bir parça ışık buldum ve umutluyum.

Ruhum yalnız ve karanlıkta küçücük bir ışığa umut bağladı artık.

Ve ruhum çok yorgun.. Çok..

İlginç bir ağ üzerime çöken..

Neden?



Karanlık...

Hayatım boyunca, kısa ama her saniyesi çatışma içinde geçen hayatım, karanlık içindeydi. Önceleri akışına bırakıyordum. Fazla düşünmezdim, çünkü umursamazdım. Acıyla ilk tanıştığımda daha çok küçüktüm, ölüm üzerine ve değer verdiğim birçok şey üzerine şiir yazardım.

Babam yazdıklarımı bir şaire götürmüş ve şair demiş ki "Biraz da mutluluk üzerine, aydınlık üzerine şiirler yazsın!" demiş ve bana imzalı bir kitabını hediye etmiş. Babam bana kitabı getirdiğinde imza duruyordu ve hevesle şiirlerini okumuştum. Lakin bir süre sonra onu fırlattım ve bunca yıl bir kere bile aramayı düşünmedim!

Neden? Nedendir bunca acıya, inanca, yılmamış olmamıza ve iyi bir şeylerin geleceğini umut etmemize ve inanmamıza rağmen halen bizi yakan ateşlerde sınav oluruz? Tanrılar beni yaptığı sınavlarla yükseltmiş veya kendi ruhumla güce erişmiş ve yükselmiş olabilirim. Ama bu kadar yetmez mi? Neden hala beni ateşlere salarlar, ruhumu yakıp acı verirler? Tek bir tane olsun destek vermeden fırtınadaki bir ağaç gibi kökümden sarsarlar beni?

Neden? Benimle taşak geçmek hoşlarına mı gidiyor?

Bir insanın ruhunun karanlığını görebilirim. Bir insanın acısını onun kadar derin hissedemezsem de anlayabilirim. Karşılık beklemeden yardım edebilirim ama neden insanlar benim örnek aldığım insanlara bakmaz? Tamam, ben çoğu insandan daha iğrenç bir insanım. İyi yanlarım kadar size anlatsam, sizi dehşete düşürecek düşüncelerim bile var hatta! Ama neden ben bile bu iyi şeyleri yaparken etrafıma baktığımda çok az iyilik görüyorum? Gerçekten de tek miyim bu dünyada, her insan gibi? Kendi olan her insan gibi?

Tek olmasam ne olurdu? Ne olurdu kalabalıktan biri olsam? Onlar gibi içime döksem iyilik dolu berbat dürtülerimi? Acı çekmeden, yıkılmadan... Ne olurdu sanki?

Söyleyeyim. Ben, ben olmazdım. Ben karanlıkta yürüdüm, nefes aldım, savaştım, yardım ettim, dayandım ama yalnız yürüdüm, sadece kendi nefesimi duydum, tek başımaydım karşımdaki canavarla, kimse yoktu yardım edecek ve hiç bir desteğim yoktu... Ancak gözümde öyle bir evrensel düzen vardı ki bunun daha fazla bozulmasına sebep olamayacak kadar sorumlu hissettim kendimi.

Buna yüzden yılmadım, dayandım ve acıyı kabul ettim. Kanayan yaramın beni güçlü kılmasına izin verdim ama bir kere olsun bana şifa eli uzanmadı. Bir kere olsun yarama elini koyacak biri olmadı.

Artık tanrının gökyüzünde, altın tahtında oturan moruğun teki olduğuna inanmıyorum ama... Eğer olsaydı ona şunu sormak isterdim:

"Neden yalnız bıraktın beni karanlıkta?!"